Thursday, 22 December 2011

Mutluluk Havuzu

Saat 18.
Hava soğuk,
Bedenim halsiz,
Kafam yorgun,
Kalbim boşlukta,
Aklım bir tarafta kalk gidelim derken, diğer tarafta  gir-yüz diyor.
Bu tip zamanlarda insan evladının seçtiği en kolay şey, evinde, sıcak evinde, rahat giysileri ile uzanıp, bir çay kahve içip, birşeyler izlemek ve olduğu yerde uyumaktır.
Bunun depresyona giden yol olduğunu anlamam uzun yıllarımı aldıJ Ah şu deneyimler...
Bir elimde havuz çantam, bir elimde laptop çantam ayaklarım geri geri giderek, girdim Enka yollarına, gözlerim yarı kapalı.
Takım arkadaşlarınız bizimki kadar eğlenceli ise, o ortamdan kuru çıkmanız mümkün değil. Yani dönüşüm yok, bu antremanı yapacağım..
Sürüne sürüne havuzun başına geldim, zorlaya zorlaya kendimi suya fırlattım.
Dışarısı soğuk, su sıcaklığı da nasibini almış. Önce 1 kulaç,sonra diğeri...Yavaş yavaş ruhumun, bedenimde tekrar vuku bulmasını, hayranlıkla izliyorum...Peki nasıl oluyordu bu?
Spor denilen şeyin insana mutluluk vermesi böyle birşey mi? Sanırım Evet..
Sonra yan kulvarlarda yüzenleri izledim. Her kulaç, suya bir ölçek Serotonin katıyorsa, bu 25lik havuzda tonlarca su – pardon tonlarca mutluluk-  olmalıydı.  Ben her hareketimde kendimden bir ölçek havuza bıraktığım gibi, buradan da çokça içime çekiyordum.
Başlangıcını düşününce sonraki bir buçuk saatlik, pek de küçümsenmeyecek antremanı nasıl bitirdiğimi bilmiyorum. İşte bu da günün küçük mucizesi.
Aslında çevremizde bizi mutlu edecek bir sürü şey var, hepimiz aynı havuzun çevresindeyiz. Sızlanmak, kabuğumuza çekilmek yerine, bunları görmeye çalışmak, mutluluk havuzuna bir dalış yapmak neden daha kolay bir yol olmasın? J
Mutlu kalın.


Thursday, 20 October 2011

To be Miss Wrong

Geçen haftanın yağmurlu günlerinden birinde, bir elimde market torbaları ve diğerinde şemsiye ile zar zor yürürken ayağıma bir şey çarptı: Baktım, yanından geçtiğim arabanın plakası... Belli ki, öndeki araba park ederken tampona çarpıp düşürmüş ve sonra da bakma veya kaldırma zahmetine girmemiş. Sonra o plakasız arabanın sahibini hayal ettim (çünkü bu durum benim de başıma birkaç kere geldi). %35 arabasının etrafını kontrol etmeden arabaya binip gitme eğiliminde olabilir. Yani o plakayı orada - yerde bırakıp, sonra başına bir sürü iş açma olasılığı hayli yüksek... Dayanamadım, o yağmur, çamur, eli kolu dolu halimle, pis plakayı kaldırıp ön cama koyup ilerledim.
Sonra aklıma, yaptığım başka şeyler geldi: Boş, ama ışığı açık gördüğüm toplantı odalarının ışığını veya açık projektoru kapatmak,
Tuvaletlerde boş yere akan sifon veya musluk görürsem onları kapatmak,
kağıdı sıkışmış fotokopi makinesi görünce onu düzeltmeye çalışmak, düzeltemesem de ilgili kişilere bildirmek,
arkadaşımın elindeki bir kalem, hırka vs. düşerse onu almasını beklemek çok saygısızlık geldiği için, hemen eğilip yerden alıp ona vermek... Tanrım sonu gelmiyor.
Ters konan tuvalet kağıtlarına da dayanamadığımı gördüm, neden o kullanışsız-verimsiz haliyle takılıyorlardı ki?


Bunları yapmamın en büyük sebebi, yetiştirilme tarzım, bu kesin. Çünkü aynı şeyleri ailemizde herkes yapıyor:) Yapmayınca büyük bir rahatsızlık duyduğumu da gördüm.
Buna karşılık iyice düşününce, etrafımdaki çoğu kişinin hiç de böyle olmadığını farkettim ve kendimi enayi gibi hissetmeye başladım.
Yani bu toplum, bilinçli ve iyi niyetli kişileri bile kötü yapabiliyor.

Şimdi ben artık ne olmaya başlıyorum:
Mesela, market kapısından girerken veya çıkarken, karşıdan da biri geliyorsa, siz kapıyı açmışken, onun da geçmesi için kapıyı bir süre açık bırakırsınız ya...Ta ki, o da kendisinin geçmesi için kapıyı tutana kadar...İşte artık bunu yapmamaya çalışıyorum. Çünkü kimsenin kapıyı tutmaya yeltenmeyip, bana kapı görevlisi muamalesi yapmasından, üstelik bir teşekkür bile etmemesinden mutlu olmuyorum.

Sanırım ben de artık yavaş yavaş, az biraz yanlış biri olacağım. Gerçi böyle olmak da çok kolay değilmiş:)
Siz siz olun, olduğunuz gibi kalmayın...

Thursday, 8 September 2011

Üzümün sapı,çekirdeği,kurusu,şırası veee şarabı

Bağ bozumu aşkınaaa... 
Organik üzümlerle bezenmiş bir bağdayım. Ulu manitu, beyaz şaraba tad versin diye Sultaniyeleri, kırmızı şaraba haz versin diye Merlot'u yaratmış oralarda:)
Nerelerde? Manisa'da..
Yalovayı, Diyarbakırı,Mardini,Bozcaada'yı bilirdim de, Manisa'yı bilmezdim üzümleriyle. Benim cehaletim... öğrenmiş oldum 2 hafta önce.
Cuma sabahı Pendik'ten bindik feribota, Yalova'dan aldık yolu, yemesiyle,salına salına gitmesiyle 5 saatte vardık çırçır fabrikasına. Pek hoş karşılandık. Ege insanı da bir başka zarif.  Gittiğimiz gibi, yeni ezilmiş Sultaniye üzümlerden taptaze şıraları içirdiler hemen. Sonra yetmedi Merlot'tan bir şıra daha. Tabii aldığımız o enerjiyle, akşam yemeği rafa kalktı:) Şarapların en az 1 yıldır beklediği, fermantasyona uğramaktan ısınmış tankerlerin arasında dolaştık, alkol kokusunu ciğerlerimize çektik(!).

Ertesi gün o tarla benim, bu tarla senin tarımcılığın giriş dersini gördük. Dalından üzümleri, topraktan kavunları, kelekleri, domatesleri yedik. Hepsi organik!





Kasalarla toplanan üzümlere ayaklarımızla bastık ki, mantar kokusu şarabı bozmasın:) Sonra, 25 metrelik tankın musluğuna ağzımızı dayayıp şarabı midemize indirdik.
Yağmurlu geçen kış nedeniyle küçük kalan üzümlerin, kilometrelerce kurutulmasını seyrettik.








Bu kadar yorgunluğun ardından da, Manisaspor'un meşhur manisa kebabını yemeği hak ettik tabii.
En güzeli de, kameramı doya doya kullanma fırsatı bulmuş olmam.


Şarap aşkına...


Wednesday, 3 August 2011

Yine Bodrum, Hep Bodrum

Long weekend gibisi yok..Tatil yapmaktan kendinizi kötü hissetmeye ve işleri düşünmeye fırsatınız olmadığı için, doya doya tadını çıkarıyorsunuz. Bir de üstüne, döndüğünüzde durmadan sırıtarak iş ortamında çalışıveriyorsunuz:)
Geçen Perşembe Bodrum'a çıktık yola.Plan yaptık birkaç tane ama, sonradan vazgeçip kendi haline bıraktık tatili. Böyle doğaçlama tatil bayağı iyiymiş, fevkaledenin fevk'inde(!) bir Bodrum oldu. Denize doyamadım, sonunda da bir baktım ki ayaktan başlayarak onun rengini almaya başlamışım:)

Zaten Bodrum'a gidip de, farklı bir tatil geçirmek mümkün mü?
Koy desen onda, gece eğlencesi desen onda, hareket desen onda, arkadaşlar desen onda.

Sanırım, ilk, üniversite son sınıfta iken, çok deli arkadaş grubumuzla gitmiştim. Ne tatildi ama... Bir haftalık tatile, 1 koca bavul ile gitmiştik. Her geceye 1 kıyafet,ayakkabılar ona göre değişiyor - çizme bile var içinde..Odalar zaten küçücük, bizim ayakkabılar asker gibi diziliyor duvara. Gündüzleri bir yerde, her gece başka eğlencede. 6-7 kişi gitmiştik, 8-9 kişi mi dönmüştük ne:)
Şimdi çok daha kompak olmayı başarıyorum tabii - yarım küçük bavul, daha rahat, eğlencedense keyife yönelmiş olarak.

Bodrum'un yeri ayrı, o çoraklığına, tek yapı beyaz soluk evlerine karşın bir şeyi var.
Daha çözemedim-üstünde çalışıyorum:)

Vazgeçmesi zor oradan,
O güzel sulardan.
O görünmez enerjinin,
Bıraktığı hazdan...
Güneş ve denizle kalın.

Thursday, 21 July 2011

Ne İstediğini Bilmek de Kötü

Geçen gün sevgili arkadaşım Seda ile giyim üzerine konuşuyorduk.Ben bir ara dedim ki "Tek omuz bir bluz, bir de petit kareli şort istiyorum"..Güldü, "ne kadar net" dedi.
Düşünmeye başladım (her zamanki gibi)...Hayatımda hiç flu bir şey yok:
Bir mağazaya girip, öylesine bir şey aldığım bile nadir, en azından aklımda bir konsept olur. Tabii böyle olunca, alışverişlerim de çok hızlı oluyor (satıcıların sevdiği müşterilerden olmalıyım).
Küçüklüğümden beri hep teknolojik,mekanik şeylere ilgi duydum, ne istediğimi biliyordum. Satışçı, işletmeci olmayıp, mühendis olacağım o zaman da netti (sürpriz yok).
Bir işe başlamışsam, onu bitirdiğimi görmek için başlamışımdır. Yarım bırakmayacağım nettir (ölürüm de bırakmam).
Bir arkadaşım-benim kardeşim olmuşsa, arada ne kadar görüşmemezlik olsa da, onunla asla kopmayacağım da nettir.
Bunların hepsi hem gönülde, hem mantıkta birleştiği için çok net, spesifik, tutarlı, değişmesi zor. İstediklerimin dışında kalan şeylere karşı da ön yargılı.
Aşık olmak bile böyle...

İnsanların herşeyi programlı yaptığı bu dünyada, en ufak isteklerimin bile bu kadar bariz olduğunu görünce, kendimi sıkıcı buluyorum. İstediğimi bulamayınca, ya da alternatif yaratamayınca da kapana kısılmış-sıkışmış.

Ne istediğini bilmeden, kararsız, rüzgarla dolaşan bir yaprak olmak ne güzel olurdu. Hem heyecanlı-hem acılı, ama dolu dolu.



Esnek kalın...


Monday, 18 July 2011

18.İstanbul Caz Festivalinden...

Geçen hafta 2 konsere daha gitme fırsatım oldu. Ne yazık ki bunlar, biraz hayal kırıklığı oldu benim için. "Her hayal kırıklığı, mutluluğu yakalamak için, birer tecrübedir" (Polyanna'dan alıntı :) ) 
İlki Randy Crawford , Natalie Cole....Randy'cik biraz zum çıktı sahneye. Onu kolundan tutarak getirip, oturttular. Ama sebebi belli ki sağlık problemleriydi.Sonradan anladım ki, tek sorun bu değil; çünkü hatun kıkır kıkır gülüyor şarkıların ortasında... Güzelim Almaz şarkısını yarım yamalak söyledi. Ben konserlerde,sanatçıların, şarkılarını orjinal bant kayıdındaki gibi söylemesinden hiç keyif almam. Tamam Randy öyle yapmadı, ama şiir okur gibi söyledi, yuvarladı bana göre...Sanki evinde arkadaşlarıyla beş çayında oturmuş, Joe'yu piyanoya oturtmuş, şarkı söylüyor gibiydi (siyah jarse giyimiyle).Joe Sample, durumu toparladı sonuçta .. Değişik bir yorum diye düşünüp, Natalie'yi bekledik.
Natalie Cole, yeşil elbisesi ile, fiziği-hareketleri ile inanılmaz zarif ve hoştu.Ben 45 yaşında mı/50 var mı diye düşünüp, hemen wikipedia'ya baktım. 1950 doğumlu olduğunu görünce şok oldum. Performansı çok iyiydi. Sadece babasını çokça kullanması biraz rahatsız ediciydi, belki de çok sevdiği için her konserinde onu yaşatmak istiyor, bilemiyorum(?). Bir de, benim için hard bir caz oldu, klasik caz 3.şarkıdan sonra biraz ağır geliyor bana. Back vocal'leri daha çok kullanmasını da tercih edebilirdim. Taa ki, Neil Young'dan "Old Man" 'i söylemeye başlayıncaya kadar;  "ohh işte budur"  diyordum ki, o da son parçası oldu:)


Diğer konser 15 Temmuz'da Mujeres de Agua (Suyun Kadınları) idi. Biz daha çok Buika'yı dinlemek için gitmiştik işin doğrusu. Ama konser düşündüğümüzden daha enteresandı. Çünküsü çok:
1.si, çapkın bakışlı productor Javier'nin tarzını Balık Ayhan'a benzettim. Flamenkoyu, piyano,davul,kanun'la birleştirerek farklı bir caz havası yaratmıştı. Aslında bunu sevdim.
2.si,Flamenkoyu (dans olarak) çok sevmeme rağmen arka arkaya iki Flamenkocu biraz baydı. Javier Limón gerçekten komik bir adam, her sanatçıyı takdim ederken "Best best singer" diye hitap etti. Hangisi "Best" emin olamadık; artık seyirci, 4. sanatçıda yine aynı sözleri duyunca gülmeye başladı, kendisi de güldü tabii.
Sonrasında, vokallerden birisi Aynur Doğan idi. İspanyolca ardından Aynur'un Kürtçe söylemesi çok doğal geldi. Ama 4bin kişiyi bulan salonda, 2. ve. 3.şarkıda da Kürtçe söylemesi huzursuzluk yarattı. Ben salonun bir ucunda kimin ne söylediğini çok iyi anlayamadım, ama huzursuzluk herkesin içine girdi, onu görebildim. Birkaç kişinin, ayağa kalkıp yüksek sesle bağırması üzerine, en az 50-60 kişinin inanılmaz bir hızla konserden çıkışlarını izledim... Bu, beni çok düşündürdü...Ne kadar korku ile yaşadığımızı hissettim.Korku ile yaşamanın ne kadar zor olduğunu , dünyada yıllarca bitmeyen savaşları ve buradaki insanların bununla nasıl başedebildiğini, bunu becerenlerin ne kadar güçlü olduğunu düşündüm...İşte bir konser 3 dk içinde bu kadar şey hissettirdi...Bu duyguyu çokça yaşamak istediğimi sanmıyorum.
Gerginlik ardından, garibim Buika çıktı. O ortamda, onun da söylediğinden kimse pek birşey anlamadı. "Eğer siz bana eşlik edemeyecekseniz, ben onlarla söyleyeyim" diyerek, biraz sitem etti. Sonrasında seyirci toparlamaya başladı.
En son sanatçı(best best best:) )  Israil'den Rita, bayağı kıvraktı (!),  iyice havaya soktu herkesi. İşte bizim halkımız oynama olunca, hemen değişiveriyor. Ama, ben artık caz konserinde olduğumu unutmaya başlamıştım, kendimi artık dışarı attım.



Hareketli bir caz haftasından sonra, bu hafta biraz tatil planı yapma zamanı...

Müzikle kalın.

Wednesday, 13 July 2011

Kulağımı Müzikle Dinlendiriyorum

Bildiğimiz gibi geçen ay Amy Winehouse konseri vardı. Defalarca dinlesem sıkılmam, hatun'un sesi,yorumu,müziği gerçekten iyi. Konser tanıtımları yapıla yapıla bir hal oldu...Benim içimden bir ses "bu kadar para verilir mi" diyor, diğer ses "boşuna düşünme, nasılsa Amy girecek bir koma bulur, konseri iptal olur" diyor: İçinizdeki sesi dinleyin, o size her zaman en doğru şeyi söyler:)
Ama, kültür kenti İstanbul'da yaşıyoruz, mevsim yaz, konserlerin haddi hesabı yok, benim içim kaynıyor. İşte burada tavsiyem IKSV konserleri...Bir kere Şişhane'deki IKSV binasını bir görün, gerçekten sanat için birşeyler yapılmaya çalışıldığını, özgür, genç,medeni, yaratıcı birşeyler döndüğünü hissediyorsunuz. Sonra, konserlerin içeriğine bakıyorum: Amy iyi hoş ama, burada çok daha değerli sanatçılar var ve fiyatlar çok daha uygun.
Sözü, dün gittiğim konsere getiriyorum: Cemil Topuzluda müzik sever bir insan topluluğu, 2 gün sonra dolunaya dönecek bir yarım tabak Ay, esintili bir Temmuz günü ve inanılmaz güzellikle iki ses: biri usta caz vokal, diğeri daha soul, kilise korosu temelli: Dianne Reeves ve Lizz Wright.... İnsana şunu dedirttiler: "ben de böyle sesim olmasını istiyorum, bu haksızlık ama" :)
Anjelique Kidjo'yu ilk kez dinlemiş oldum. Sesindeen çok, enerjisi ile coşturuyor(o yaşlardaki halimi gördüm onda:) ) ve Güney Afrikasına,insanlığa ilişkin sözleriyle etkiliyor herkesi...

IKSV'ye teşekkürler:)

Dubi dubi dubi dab dab Jazz'ı çok sevmesem de, R&B, latin ve funk'la karışınca tadından geçilmiyor. Bu hafta böyle jazz'a doymaya niyetlendim, darısı nicelerine...

 

Müzikle kalın....

Bana Rengini Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim....

Son 10 yılda trend haline gelen bu kişisel gelişim eğitimleri gerçekten çok eğlenceli. Eğlenceli, çünkü,  aslında farkında olmadan çözdüğünüz bir takım sorunların (!), bir metoda dayalı olduğunu anlatıyorlar size...Siz de sonrasında: "Aaaa ben doğru yapmışım, demek bu yüzdendiii" diyorsunuz kendi kendinize...
Peki biraz abarttım, bu yorumu herkes yapamayabilir. Kişisel gelişimin temeli, iyi bir gözlemci olmaya, iyi bir objektifiniz ve bir odağı yakalamak için yeterli zamanınız olmasına dayanır.
Bazı NLP'cilerin pek sevmediği, kişileri davranışlarına göre kategorize etme ve böylece iyi ilişkiler- iletişim kurma amaçlı aldığım bir eğitime geliyorum...Eğitimin ana odağı, irtibatta olduğunuz kişileri bir sınıfa sokmak: 4 kategoriden birine uygun düşürmek. Bu kategoriler hayvanlarlar,renklerle,bazı işaretlerle sembolize edilebilir. Biz renkleri kullandık... Bu iş, bir testle analitik olarak yapılabileceği gibi,gözlemleme ile de anlaşılması mümkün...İşte gruplamaların kabaca içeriği:



Bu davranışları (karakter değil!) bilince, onlara karşı nasıl davranacağınızı daha iyi biliyorsunuz(eğitimde bu davranışlar anlatılıyor). Böylece, iş ve özel hayatınızda, harikulade ilişki yöneten bir insan oluveriyorsunuz (!). İş ki, bunu uygulamayı isteyin ve durmadan yapın...


Detaylar yine internette: Success Insights, anahtar kelime.

Benim renklerime gelince...Her zaman olduğu gibi Sarı - Kırmızı :)
Sarı: Doğal halim,
Kırmızı: Uyarlanmış halim (kendi kendime, ortamına göre ayar çekiyorum yani)


He who knows others is learned.
He who knows himself is wise."
–Lao Tse

Tuesday, 28 June 2011

Komşu Sulardan Akıp Gelirken...

Tarih: 26 Haziran Pazar.
Yaklaşık 1 haftadır maksimum yemek yeme seviyesine çıkmam gerekirken, minimumdayım.
Bu kez heyecan ortalarda, stres tavanlarda…Alkollü pasifloranın gevşetici etkisi çaktırmadan kendini gösteriyorJ
Sabah 7:15’de, 180 kişi  Kaş sahilinde toplanıyoruz, her zamanki gibi bayanlar azınlıkta..Amacımız 7. Uluslararası Meis- Kaş Yüzme maratonunda, karşı kıyıdaki Yunan adası Meis’ten, yüzerek memlekete gelmek. Yol, ip takıp bir uçtan bir uca çekerseniz 7.1 km, insani şartlarla 8 km kadar....
Asıl amacımız ise: Bir haz almak.


Tek tek isimlerimiz çağrıldı, sırtımız numaralarımızla damgalandı. Ben 61'lendim...

Hava İstanbul’da yağmurlu, Kaş’taki etkisi hafif rüzgarlı.
2 motora doluşup, Meis’e doğru yol aldık.Yaklaşık 40 dakikalık bir motor sefası ( o gerginlikte ne kadar sefa olursa artık).
Arada, tecrübeliler çömezlere yol anlatıyor:  “İşte şu Kaş’ın tepesindeki Hörgüçler var ya, orayı kerteriz alacaksın. 20-30 kulaçta yönüne bakacaksın, yoksa Arapça konuşulan bir yerden çıkabilirsin. Atlamadan önce koltuk altlarını vazelinleyeceksin, tahriş olmasın. Yüzünü kremleyeceksin ki, yanmasın-bone, gözlük izi olmasın. Kıyıda deniz kestaneleri var, ayağına dandik bir şey giysen iyi olur” falan filan..
Sonunda, o güzel ama sessiz adaya varıyoruz. Adalının çoğu, her yıl bu sahneyi görmeye alışmış bir şekilde bize bakıyor ve “Kalimera” diyor.
9:15 sıralarında ise, hepimiz o güzel koyda denize girmiş, Start sesini beklerken, adanın kilisesindeki çan sesi bir an kafamızı karıştırıyor.  "Hazır mısınız arkadaşlar?" sorusu ardından, beklenen siren sesi geliyor ve biz ilk kulaçlarımızı atmaya başlıyoruz (Benim ayağımdaki havlu terlikler, Meis’e hatıra olsunJ ).

Heyecanla kendimi gözlemliyorum, ne yapacağımı ben de merak ediyorum. “Paniğim yine olacak mı, en geride kalacak mıyım, çıkmak için beynim oyunlar oynayacak mı?”...Hayır hayır, hiç biri olmadıJ Tecrübe ile sakinlik geliyor sanırım.
Sadece, ne kadar geniş bir alan olsa da 180 kişi aynı anda çıkamıyor. Birinin ayağı diğerinin gözüne değiyor, ben o zaman kendimi geriye bırakıyorum, boş bir yer ediniyorum. Koca deniz benim artıkJ

Koy yaklaşık 2 km, gerçekten harika bir deniz. O 45 dk çok keyifle gidiyorum. Ancak koydan çıkınca, ülkenin genelindeki soğuyan havanın etkisi, sabahın erken saati olmasına rağmen kendini bu Akdeniz sularında da gösteriyor. Tersten gelen, dalgalı bir deniz. Kendimi çamaşır makinesi gibi hissediyorum, çalkalana çalkalana ilerliyorum.

Kafamı arada kaldırıyorum, "amanın hörgüçler gitmiş" diyorum. Anlıyorum ki yönüm kaymış, hemen toparlanıyorum. İşte yüzme maratonunun en zorlayıcı tarafı bu. Hatta, ters yönde gidenleri gördüğümde üzülüp, bağırıyorum “heeey, yanlış yöne gidiyorsunuz”…

Bir süre sonra yol gerçekten bitmez oluyor. Belimde bir ağrı, sol elimin iki parmağında biraz uyuşma, bone biraz boynumu ağrıtmış. Ama ne yapıyoruz? Yola devam ediyoruz. Yolda hep birilerini, arada kanoları, tekneleri görmek içimi rahatlatıyor.

Uzun bir yolun sonrasında, önceki gün antreman yaptığımız dubayı, finishteki çay bahçesi-lokal gibi olan yerin sarı tentelerini, Kanolardakilerin “Türk bayrağının olduğu yere yüzün” seslerini duyunca, “ha gayret ha gayret” diyorum ama, sadece kafamda diyorum: zira, kolum artık kalkmamakta direniyor (özellikle sol kolum) J
O sıra aklıma sevgili Orhan Veli’nin bir şiiri geliyor, ironik bir havada:

Bilmezdim koyların bu kadar güzel,
Açık denizin ise kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden once.

Bir finish var, biliyorum;
Her seyi soylemek mumkun;
Epeyce yaklasmisim, yüzüyorum,
Sonunda ulaşıyorum..


Evet sonunda o merdivenleri çıkıyorum. Aynı anda 5-6 kişi varmışız hatta.. Önümdeki süslü arkadaş, havalı bir şekilde çıkmak hevesiyle bonesini çıkarıyor, gözlüğünü çıkarıyor, saçlarını savuruyor..” Yok artık” diyerek içimdeki duyguları dışa vuruyorum, yaklaşık 3 buçuk saatin ağırlığıyla. Bizim 6 kişilik ekip, hazır nazır orada, dinlenme evrelerine geçmişler, bana el sallıyorlar.

Tüm katılımcıların gelmesi ardından, ödül töreni oluyor. Yaş kategorimde 1.olduğumu duymak da, bana günün surprizi.

Pazar günü yorgunluğu ve güneş yanığı acılarını yaşayıp, Pazartesi hırçın denizin arasında kalmış o dingin koylarda tekne turu ile yorgunluğu atmak, yine arkadaşlarla birlikte olmak ayrı bir keyif..

Ve işte yine küçük bir risk almanın, onu yaşamanın hazzını alıyorum.
Darısı hayattaki her hedeflerin başına:)

Başarı ile kalın, başarının olamadığı zamanlar onun engin tecrübesi ile yaşayınJ



Wednesday, 8 June 2011

Marmaris'in ardından...

Uzun yıllardan sonra - sanırım 12 yıl olmuştur- , geçen haftasonu masterlar yarışı bahanesine Marmaris'e gitmiş oldum.
Bu vesile ile, şu Bioritm çalışmalarımın(!) ne kadar tutarlı olduğunu da öğrenme fırsatı doğdu. İşte açıklıyorum: Bu ölçümleme kısmen doğru:) Yani Duygusal olarak o kadar kötü değildim, ama Zihinsel ve Bedensel makul sonuçlar verdi diyebilirim. Hocamız için yazdığım ölçüm sonuçlarına gelince... aynen çıktı: 2 rekor kırdı:)

Yarışlara gelince, eksik olmasın heyecanım, geçen yarışlardan hiç geri kalmadı. 400 ve 800 metreleri bitirmemek için, beynim bütün oyunları oynadı. Aynen meditasyonun ilk günlerindeki gibi...(Sanırım, ben bu işleri ancak tecrübe ile atlatır hale geleceğim, başka kolay yolu yok)... Yine de birkaç madalyayı kapma yolu buldum:)


Diğer taraftan Marmaris çok güzeldi. Özellikle barlar sokağı, yolda yürürken 2 tekila atma keyfi ve Areena'yı, pole dancing yapan hatunları falan anlatmak istemiyorum, görmek lazım (!). Yıllar öncesi Bodrum, gecelerine götürdü beni.
Tabii bir anı, eğlenceli ve güzel yapan, birlikte olduğunuz arkadaşlardır...

Dostlarla kalın...

Wednesday, 11 May 2011

İyilik Bankası

Bu aralar "İyilik" üzerine düşünüyorum. İyi insan olmak değil de, birine iyilik yapmak açısından.
Bunu düşünürken aklımda Paulo Coelho'nun Zahir'indeki "İyilik Bankası" da vardı, başka şeyler de... Tabii ki aklımda bir takım fikirler varken, her zaman yaptığım gibi,yazıya dökmeden önce bir googling yaptım. Aynı başlıkta ve düşüncelerimin bir kısmına benzer şeyler yazmış, bir başka blog yazarı olduğunu gördüm- enteresandır, böylece kitaptan yapmak istediğim alıntıları,klavyede tuşlamaktan kurtuldum:)

Her zamanki gibi çevremi incelerken, iyiliğin çeşitli yollarla yapıldığını görüyorum, hatta bunları kategorize etmek bile mümkün... Vardığım sonuç ise, iyiliğin mutlaka ve mutlaka bir geri dönüşüm beklentisi ihtiva ettiği...Bu beklentinin, maddeyle ölçümlenmesi mecburiyeti yok..Örneğin, çok katı bir ifade olsa da, ebeveynlerin çocukları için yaptıklarını bile böyle değerlendirmek mümkün:. Çünkü o evlat, o ebeveyni seçerek dünyaya gelip onlara istediklerini vermiştir, ebeveyn de buna teşekkür etmek ve çocuğun kendine bağlı kalması için, karşı iyiliği hayatı boyunca yapmaktadır. Bunu tabii ki, çok içten, sevgiyle, doğal ve duygu yüklü yaptığı için, diğer iyiliklerden oldukça farklıdır, özeldir, hakkı yenmezdir.


Yine, bir kişiyi kendine bağlamak için -daha çok ast-üst arasında ve kız-erkek tavlanmasında- yapılan iyilikler vardır. Bu yöntemi kullanan kişiler, size kendisini yakın hissettirmek, bir aile bireyi gibi göstermek için hediyeler alır, tatlı tatlı konuşur, kompliman yapar, sizi göklere çıkarır, örneğin iş yerinde üstünüz ise kafa izni verir ...Aslında o superdir. Ama aslında bir çıkarı vardır: Sizi, kendine bağımlı hale getirmek. Bu şekilde sizi, yaymak istediği fısıltılar için kullanabilir, ya da kendine fayda sağlayacak fısıltıları öğrenmek için, ya da zorda kaldığında kendine destekçi olmanız için. Bir de şu olabilir: Rapport etkisi yapar ve siz elinizde olmadan, bir bakmışsınız o kişiye karşı, kendinizi iyilik yapmak zorunda hissediyorsunuz, daha doğrusu onun gibi davranıyorsunuz...Sonuçta, siz, bu kişiye artık bağlanmışsınızdır ve onun karşısında aciz durumdasınızdır.....Bu kişilere karşı gelmek,yerin dibine girmeyi göze alacak öz güvende olmanızı gerektirir. Bunlar, amacının farkedilmesi en zor iyilikler olduğu için, en tehlikelisidir. Farkettiğiniz an, mesafeli davranınız. Hoşunuza gidiyorsa, siz de öyle birisiniz demektir zaten, sorun yok:)

Ya da, kendi egosunu tatmin etmek için iyilik yapanlar vardır..."Bak canım senin iyiliğin için söylüyorum" diyerek başlayan türdendir bunlar. Karşısındakinin düşüncelerini yıkıp, onu aciz hissettirip, kendi bilgisini ve başarısını ilan etmek onlarda güzel bir haz uyandırır.. Karşıda bıraktığı etkiyi düşünmeden, yapıcı bir öneri vermeden.


Parasal yapılan iyilikler vardır. Genelde yakın arkadaşlar arasında olanlardır. Bunlar, geri alması da, vermesi de zor olan iyiliklerdir. Eğer para sıkıntınız yoksa, en keyifli olanıdır.

Bence bunların en legali ve güzeli, iş-ticari amaçlı yapılanlardır. İşte buna Paulo, "İyilik Bankası" diyor.

“-Bu İyilik Bankası da ne demek oluyor?
- Bundan ilk söz eden Amerikalı bir yazardı. Bu banka dünyadaki en güçlü banka ve onu yaşamın her alanında bulabilirsin. Hesabına depozitolar yatırmaya başladım. Paradan söz etmiyorum, anladın mı, ilişkileri kastediyorum. Seni şu ya da bu kişilerle tanıştırıyorum, yasal olduğu sürece bazı anlaşmalar ayarlıyorum. Bana bir şey borçlu olduğunu biliyorsun, ama senden asla bir şey istemiyorum. Bir gün geliyor senden bir iyilik istiyorum ve sen elbette ki “Hayır” diyebilirsin, ama bana borçlu olduğunun farkındasın. Senden istediğimi yaparsın ve ben sana yardım etmeye devam ederim, diğerleri senin nazik ve güvenilir bir insan olduğunu görürler ve onlar da senin hesabına depozitolar yatırmaya başlar. Bunların da tümü daima ilişki biçiminde olacaktır. Çünkü dünya ilişkilerin üzerine kuruludur. Başka bir şeyin değil. Onlar da bir gün senden bir iyilik isteyeceklerdir, sen de saygı gösterecek ve bir zamanlar sana yardımcı olan bu insanlara yardım edeceksin ve zaman içinde tüm dünyaya ağlarını yayacak, ihtiyacın olan herkesi tanıyor olacaksın ve çevrende yarattığın etki sürekli büyüyecek.
- Benden isteğini yapmayı reddedebilirim.
- Elbette edebilirsin. İyilik Bankası riskli bir yatırım aracıdır, aynı diğer bankalar gibi. Senden istediğimi yapmayı reddedersin, yardım etmeye değer bir insan olduğun için sana yardım ettiğimi düşünüyorsundur, çünkü en iyi sensin ve herkes kendiliğinden senin yeteneğinin farkına varmalıdır. Güzel, ben sana çok teşekkür ederim ve isteyeceğin şeyi hesabına çeşitli yatırılar yaptığım bir başkasından isterim; fakat ondan sonra, benim tek bir sözcük bile söylememe gerek kalmadan herkes bilir ki, sen artık güvenilir biri değilsindir. Yalnızca gelişmen gerekenin en fazla yarısı kadar gelişebilirsin ve elbette istediğin kadar değil. Belirli bir noktada yaşamın ters dönmeye başlar, yan yolu geçmiş olursun ama tümünü değil, yarı mutlu ve yarı kederli hissedersin, ne hüsrana uğrarsın ne de tam anlamıyla başarılı olursun. Ne üşürsün ne der terlersin, ılıksındır.”



Siz hangisisiniz:)
Nötr kalın:)

Friday, 29 April 2011

Bir Bioritm Eksikti

Eveet...Nedense şimdiye kadar kaçırmş olduğum(!) bir başka kendimizi keşfetme tekniğini geçen gün müdürümden öğrendim: Bioritm.
Ne olduğunu detaylı yazmayacağım, zaten ben daha yeni öğrendim. Ama internette bolca bilgi var.
Misal: http://www.astrokozmos.com/bioritm/bioritm.aspx

Ben işin geyiğine gireceğim:
Salı günü, enerjim yerlerde bir şekilde yeni müdürüme projelerimi anlatırken, "neyin var?" dedi. "Ay çok halsizim, bitiğim" falan ağlamaya başladım. "Dur bir bioritm'ine bakalım" dedi. "Anaa" dedim ve bir excel açtı.
Doğum tarihimi girdi ve şak diye bir tablo çıktı. İşte aşağıdaki grafiğin üstüne atlayıpp, "bak uydurmadım, grafik de öyle diyor, cidden fena durumdayım" diyip rahat bir nefes aldım:)

 

Sonra birden aklıma geldi: Yaw Ben hayırlısıyla 4-5 Haziran'da 2.tur Master yarışlarıma gideceğim. William Fliess amcam taa 19. yy'dan beri o kadar uğraşıp bir Bioritm Ölçer yaratmış, hatta bunu 1972 Olimpiyatlarında 7 altın madalya kazanan Mark Spitz üzerinde de bir güzel test edip onaylamışlar. Yani elimde   Bedensel, Duygusal,Zihinsel,SEzgisel halimi, hem de yıllar sonrasındaki alelade bir gün için bile öğrenebileceğim elektronik bir Falcım var. Neden bunu kullanmıyorum ki:)))
Ve işte 5 Haziran durumum....


Gittim hemen antrenörümüze söyledim bunu..."De git" dedi, ama kendisininkini de sormadan edemedi:) Onunkini yayınlamayacağım burada, yok öyle bir grafik yani, hepsi  %+99,9. Şimdiden kırdığı rekorları görür gibiyim.

Sonra bir cross-check yapmak üzere, elektronik Falcımı bir önceki yarışların olduğu 19-20 Şubata gönderdim. Veeee ne güzel ki sonuç yanıltıcı oldu:)...Belki de bir doğruluk payı vardır da, ben henüz Bioritm olayını yorumlayamıyorumdur, artık orasını karıştırmak istemiyorum.

Merak edip, test etmek isteyenler için, işte örnek bir elektronik Bioritm hesaplayıcı adresi:

Zinde kalın:)

Merkür'ün Gerilemesi, Ay'ın Evreleri

Merkürün gerilemesi nihayet 23 Nisan itibariyle bitti. 1 hafta sürebilecek etkisi de artık geride kaldı. Bu gerileme dönemince, bazılarımız geçmişi ve hayatımızı daha derin değerlendirmeye başladık. Hayatın akışını yavaşlattık. Belki de uzun zamandır görmediğimiz eski bir arkadaşımızla karşılaştık, "araya neler girdi de görüşemedik" başlıklı sohbet yaptık:)
Merkur gerilemesini ordan burdan okurken, şöyle birşey buldum:
- Merkur Gerilemesi sırasında doğarsak ne oluyoruz?
- Ayın dolunay döneminde, ilk ay döneminde vs. doğarsak ne oluyoruz?
İlgimi çektiği için paylaşmak istedim:


Öncelikle:
http://www.astropro.com/features/tables/geo/me-sta/me-sta26.html
sayfasından, doğum tarihimize göre Merkur gerileme döneminde mi doğduk? onu anlıyoruz (merkur gerilemesi genelde 20 gün sürüyor)..


Diyelim böyle bir zamanda doğmuşuz, bakalım bu ne anlama geliyormuş:

Merkür gerilerken doğan kimselerin, bu dönemin karmaşasına bağışıklığı olduğu söylense bile bunun doğru olduğu tam kabul görmemiştir. Bu safhada doğanların, karmaşık kavramları yaratıcı bir şekilde düşünmelerine yardımcı olan felsefi ve derin bir yaklaşımları vardır. Bu dönemlerden birinde doğan bebeğiniz için asla endişelenmeyin – bebek sahibi olmak için her zaman iyidir!
(Neyse ki ben bu dönemi sıyırmışım)...

Gelelim Ay Evresine...
Doğduğumuz anda ufukta yükselişe geçen burç (takım yıldız), bizim en derin duygusal ihtiyaçlarımızı nasıl karşıladığımızla ilgiliymiş. Biz bunu yükselen burç olarak biliyoruz(Benim yükselen burcum Kova mesela).
Ama bunun dışında, Doğum anında Ay’ın hangi evrede olduğu da bizim yaşamımızda bayağı bir belirleyici rol oynuyormuş, sezgisel bilgeliğimizi gösteriyormuş. Bunun için de, o muhtemeşem günde (!) Ay'ın hangi fazda olduğunu bulup, bunun ne anlama geldiğini öğrenmemiz gerekecek (ben yine bir yerlerden alıntılar yapacağım tabii :) ).

http://stardate.org/nightsky/moon?month=1&year=1966&css=moon.css&Submit=Go

Bir ay boyunca gökyüzüne bakarak da görebileceğimiz gibi, Ay'ın 8 kademeli bir döngüsü var:
1. Yeniay Evresi
2. Hilal Evresi
3. İlk Çeyrek Evresi
4. Büyüyen Ay Evresi
5. Dolunay Evresi
6. Küçülen Ay Evresi
7. Son Çeyrek Evresi
8. Balzamik Evre

1. Yeniay Evresi (Ay ile Güneş’in arasında 0–45 derece vardır ); Yeni başlangıçları ifade etmektedir. Enerjinin en yüksek olduğu evredir. İtici güce sahiptir. Yeni başlangıçlar için heyecanlı ve istekliyizdir. Toprağa tohumların ekildiği, ancak henüz yeşermeye başlamadığı dönemdir. Çoğu kez başlangıçlar hakkında bilinçli olunmayabilir.
Yeniay dönemi doğan kişiler, koç burcuna benzer özellikler gösterirler. Güdüleriyle ani ve düşünmeden hareket eder, sübjektif, genç ve dinamik bir ruha sahiptirler.
Galileo bu evrede doğmuş.


2.Hilal Evresi (Ay ile Güneş’in arasında 45–90 derece vardır ); Bu evrede, parlak bir gecede gökyüzüne dikkatlice bakacak olursak, Ay’ın net olarak görünen hilal şeklinin yanı sıra belli belirsiz olarak tam yuvarlak halini görebiliriz. Bu şekil, yeni başlanan işlerin tamamlanmaya doğru gideceğini hatırlatmaktadır.  Yeniayda ekilen tohumları yeşertmek için mücadele verileceğini anlatır. Hilal döneminde doğanlar, yine mücadeleci ancak daha kararlıdırlar.
İndıra Gandhi, Dalai Lama bu evrede doğmuş.


3.İlk çeyrek (Ay ile Güneş’in arasında 90–135 derece vardır );mücadelenin devam ettiği, hatta kızıştığı evredir. Bu evrede gerilim söz konusudur. Başlanan işin, ortaya çıkmaya yüz tuttuğu, yavaş yavaş toprağın üzerinde yeşilliklerin gözükmeye başladığı dönemdir. Artık farkındalık artmaya başlamıştır. Kişi, olayları bilinçli olarak yaşamaya başlamıştır.
İlk çeyrekte doğanlar kararlı ve kesin bir mücadele içindedirler.
Marie Curie, Sadizmin kurucusu Marquis de Sade bu evrede doğmuş.


4.Büyüyen Ay Evresi (Ay ile Güneş’in arasında 135–180 derece vardır ); kişinin neyi neden yaptığını çok iyi anladığı dönemdir. Artık kendi ilerleyişinin bilincine varmıştır.
Bu evrede doğan kişilerin, farkındalığı oldukça yüksek ve topluma yararlı işler yapma güdüsüyle hareket eden kişiler olduğu söylenebilir. Olgun ve oldukça aydınlanmış kişilerdir.
Her şeyi mükemmelleştirme isteği onları detaycı yapacaktır. Yaptıkları işlerden emin olmak isterler. Bu kişiler eleştirel ve mükemmeliyetçi bir karaktere sahip olurlar. Belli bir amaç uğruna çalışmak, gerekirse kendilerini adamak ve başarılı olmak isterler.
Napoleon Bonaparte, Bill Gates ve bilim adamı Johannes Kepler ve bir de ben İşte burda doğmuşuz:) 


5.Dolunay Evresi (Ay ile Güneş’in arasında 180–225 derece vardır ); yeniayda yapılan başlangıçların zirveye ulaştığı evredir. Yaptığımız işler artık tam manasıyla toplum tarafından görülmeye başlamıştır. Kişi ektiklerinin meyvelerini toplamaya başlar. Buna hasat zamanı denilebilir. Ekilen ekinin toplanmaya başlaması söz konusudur.
Bir yandan da bu evrede Güneş ve Ay’ın karşıt burçlarda bulunduklarını unutmamak gerek. Bu karşıtlık gerilime neden olmaktadır. Duyguların ve mantığın birbirine baskın gelmeye çalıştığı bu dönemde, duygu-mantık çelişkisi vardır. Dengeyi bulmak oldukça zordur.
Yapılan araştırmalarda, dolunay günlerinde vakalarda artış kaydedildiği gözlenmektedir.
Bu evrede romantizmin de arttığı söylenebilir.
Ay’ın Dolunay evresinde doğanların, romantik karakterli, paylaşımcı ve objektif düşünen kişiler oldukları görülmektedir.  Ancak duygularıyla mantıkları arasında kararsız kaldıkları da çok olur. Genellikle karşıt durumlar hakkında karar vermeleri gerekir. Her şeyi siyah veya beyaz olarak net olarak görme eğilimdedirler,objetiftirler.Sürekli karşısındaki kişiyi düşünürler. Bu sebeple çok adildirler.Fikir ve düşüncelerini sürekli karşısındakiyle paylaşmak ve karşısındaki kişiden onay almak ister. Onay almak bu kişiler için çok önemlidir. Dolayısıyla ilişkiler bu kişiler için çok önemlidir. Karşı tarafa fazlasıyla önem verdikleri için başkalarının etkisi altında kalan bir karakterleri vardır.
Birkaç gün önce bedensel hayatına veda eden Avatar Satha Sai Baba'nın da Dolunay evresinde doğduğu söylenir.

6.Küçülen ay evresi (Ay ile Güneş’in arasında 225–270 derece vardır ); kişinin edindiği tecrübeyi, sahip olduğu bilgiyi toplumla paylaşmaya başladığı dönemdir.
Bu dönemde dünyaya gelmiş kişiler, sahip olduğu bilgiyi başkalarıyla paylaşmak isterler.
Fikirlerini başkaları üzerinde görmekten hoşlanırlar. Bu kişiler sosyal ortama açık karakterdedirler.
Prenses Diana ve Adolf Hitler bu döngüde doğmuşlar:)


7.Son Çeyrek (Ay ile Güneş’in arasında 270–315 derece vardır );  Ay ile Güneş’in birbirlerine kare açı yaptıkları bu evre, kriz evresidir.  İlk çeyrek evresine benzer bir harekete geçme güdüsü vardır. Ancak bu kez kişi bilinçli olarak harekete geçer. Seçimini kendi isteğiyle yapar, harekete geçiren faktör mantıktır. Duygularıyla hareket etmez. Burada krizi başkalarıyla paylaşım halinde yaşar. Yeniayda harekete geçiren enerji artık görevini tamamlamak üzeredir. Bu evrede solmakta olan bir enerjiden bahsetmek gerek. Eski sistem yerini yenisine bırakmak üzere, ölmeye başlamıştır.
Ay’ın son çeyrek evresinde dünyaya gelen kişiler genellikle fikirlerini başkalarına kabul ettirmek için çaba sarf ederler. Kural koyucu ve çok hırslı kişilerdir.  Fikirlerini toplum üzerinde kabul ettirmek büyük kitlelere ulaşıp kendilerini göstermek isterler. Bunu yapmak için baskı bile uygulayabilirler.
Margaret Teacher, Leonardo da vinci, Victor Hugo bu evrede doğmuşlar.


8.Balsamik Evre (Ay ile Güneş’in arasında 315–359 derece vardır ); Ay’ın ışığının kapanmaya yaklaştığı dönemdir. Bir sonraki yeniaydan önceki ayın son evresidir. Kat edilen yolun sonuna gelinmiştir. İlk dördünden, son dördüne kadar yaşanan dönemde tecrübeler, edinilen bilgiler sindirilme aşmasındadır. Şayet bu dönemlerde gerekli tecrübeler kazanılmamışsa, bundan sonrası için yapılacak pek bir şey kalmamıştır. Kişi bir anlamda kendini kurban etmiş gibidir. Balsamik evre, iyileşmeye hazırlık aşamasıdır.
Kişi artık, yeniay’ın doğmasını beklemektedir. Şayet alması gereken dersi hakkıyla aldıysa olgunlaşma aşamasındadır. Yeni döneme hazırlanmak daha rahat olacaktır.
Bu evrede geçmişten gelen ders alınsa da, alınmasa da onu bırakmak gerekmektedir. Kısaca geçmişi bırakma, yeni ufuklara yelken açmaya hazırlanma dönemidir.
Ay’ın balsamik evresinde doğan kişilerse, dünyaya bir görevi yerine getirmek için gelmişlerdir. Bu,  kişisel bir görev değildir. Kendilerini aşan, yüksek bir ideali tamamlamayı üstlenmişlerdir. Hayatlarında sürekli kendi kontrolleri dışında gelişen olaylara karşı mücadele verirler. Balık burcuna benzer özellikler gösterirler. Kişisel özverileri oldukça fazladır.
Meksikalı bayan ressam Frida, bu evrede doğmuş.

  
Güneş, Ay ve Yıldızlarla kalın:)

Friday, 1 April 2011

Gadar mı, Karar mı?

Okul yıllarında, zaman zaman başarılı olup, zaman zaman sıkıcı bulsam da edebiyat derslerinin ayrı değeri vardı benim için..."Yazın katipler" diyerek, bizim yorumlama kapasitemizi aşağılayan, ama bir o kadar da çok şey öğreten hocalarımız da bunda etkili, tasavvuf edebiyatından etkilenmiş olmam da.
Bir yanda Aruz ölçüsünün zorluğu, diğer yanda Yunus Emre, Mevlana,Pir Sultan'ın açıldıkça içinden dünyalar çıkan şiir kutuları...
Küçüklükte ilginizi çeken şeyler, genellikle temelinde aynı kalıp benzer başka şeylere dönüşüyor. Mesela, daha yoğun olarak otuzlu yaşlarımda kafa patlattığım ve merak ettiğim bir konunun, okul yıllarındaki tasavvuf edebiyatına olan ilgimle bayağı bir bağlantısı olduğunu düşünüyorumNe olduğumuz ve  dünyaya geliş nedenimiz.... Sanırım bunların etkisiyle, başlığı ilgimi çeken bir eğitim aldım, geçenlerde: Sufizm..
Eğitim, beni darmadağın etti. Kendimce kabul ettiğim bir çok doğru, Sufizm'e göre yalan çıktı. İşte bunlardan bir kaçı:  Reenkarnasyon yok: Bunun yerine zaman katmanlarında tekamül var. Sevgili Einstein'un uzay-zaman teorisi burada da geçerli.
Dünya insanı olarak hayatımızı devam ettirirken, seçim hakkımız yok: Bunun yerine, dünyaya gelmeden önce belirlediğimiz Gadarımız (Arapçadan Kader)  var.
Dünyaya geliş amacımız, ruh halinde iken seçtiğimiz gadarı, insan olarak yaşamak ve bu seçimimizi kanıtlamak. Böylece ödül/ceza hakkına sahip olmak. Yani, verdiğim kararlarımdan sorumlu olacağım karma diye bir şey yok.
Bireysel kader üzerine kafa patlatırken, toplumsal kaderi de düşünmeye başlıyorum: Aklıma İsrail - Filistin'in bitmeyen savaşı, kısa zaman önce Japonya'da onbinlerce kişiyi etkileyen ortak kader geliyor. Oralarda doğmakla mı o kadere ortak oluyoruz, yoksa orada yaşamayı seçerek mi, ya da bir toplumda doğan kişiler yüzlerce yıl bir fikre odaklanıp, onu çağırarak- evrene mesaj göndererek kendi ortak kaderlerini mi yaratıyorlar?
İşin içinden hala çıkamadım, ama kendimce benimsediğim bazı fikirler var. En azından, birtakım şeyleri bildiğimi sanmak da bana biraz huzur veriyor.
Durumlar böyle olunca, ben Sufi felsefesine inanmak istemediğime karar verdim:) Çelişkiler olduğunu düşünüyorum. "Değiştirme hakkım yok mu?" aman Tanrım düşünmek bile istemiyorum...Sonuç olarak, yazılan o harikulade şiirleri, ben yine kendi yorumlarımla okumaktan büyük zevk duyacağım.

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece


Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece


Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece


Şaşar Veysel hep bu hale
Gah ağlaya gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece