Tuesday, 4 June 2013

BİR olmak


Çok duygusal, ağlayan bir insan değilimdir. Ama 2 şey var ki, nerede-ne zaman  olduğu önemli değil, onlarla karşılaşınca kendimi asla tutamam: 1.Haksızlık 2.Dayanışma,Birlik olma…
Örneğin: Harry Potter…Çocuk filmi falan der çoğunuz. Ama ben,  birlik olmuş arkadaşların bir sürü engeli aşan hikayelerini görürüm orada ve bu yüzden bu filmlerde harbiden ağlarım…
Meis’ten Kaş’a yüzüp, kıyıya çıktığımda da yorgunluk dışında gayet sakindim , ta ki “bravo bayanlar, bayanlar da bunu başarır” sözlerini duyana kadar…Birden göz yaşlarıma engel olamamıştım, kadın dayanışmasını hissettiğim o an.
31 Mayıs öğleninde,henüz ortalık daha sakinken,  durduk yere yediğim biber gazı ile de gözlerim dolmuştu. Yaşadığım haksızlık yüzünden…
Ama 31 Mayıs gecesi yaşadığım şey bunlardan başkaydı. Gecenin saat birinde, o davulun sesi ile kadınların ve erkeklerin sesi,  bir cümbüş gibiydi..Uyuyakaldığım yerimden ağlayarak kalktım-nedenini anlayamadan. O ahenk, o Dayanışmanın sesiydi,  buna sebep. Duygu yüklüydüm, ama mutluydum. Ben Diyarbakırlı’yım, zorlukta mücadeleyi genlerim çok iyi bilir. İşte o an; o savaş, zorluk zamanlarında insanların Birlik olmasını, bir amaç için kenetlenmesini,bunların ne olduğunu hissettim.
Ertesi günü Şişhane yolunu kapatan halkın, yoldaki arabaların yolunu değiştirmesi sırasında da bunu gördüm. Normalde bir sokak arasında 2 sn beklemeye tahammülü olmayıp, kornasına asılan sürücümüz, hiiiç sesini çıkarmadan, yolunu değiştirdi ve gitti, sakince - saygıyla.Hem de ortada polis falan yoktu.
Dünyaya inanılmaz bir şey gösteriyoruz: Nasıl Birlik olduğumuzu. Bizden kavga dövüş beklenirken, inandığımız bir şey olunca tencere – cümbüşle nasıl tek bilek olduğumuzu. Ümidimizi yitirmek üzere olduğumuz, “sadece teknoloji çocuğu, makine çocuğu-dejenere” dediğimiz gençlerin, zamanı gelince nasıl 1 olduğunu görüyoruz…Çünkü onların kanında da aynı genler var.
Biz hepimiz TEK bir hücrenin atomlarıyız. Zamanı gelince artılar, eksiler toplanır, BİRleşiriz. 

Sevgiyle Kalın...


Friday, 21 September 2012

2012'ye giriş

Off ne çok oldu blog’umdan ayrı kalalıL Bu 1 yılı boş kapatmamak için çokça çalışmalı…
Sanırım kaldığım yerde tam da bir ülke dışı seyahat var: Fas ve Tunus…
Ocak ayında buralara gitmek , Temmuz –Ağustos ayında gitmek gibi sanırım. Yazın ne kadar sıcaksa, kışın da o kadar sessiz. Gezinmek-öğrenmek, fotoğraf çekmek açısından zamanlama çok uygundu, ancak deniz-güneş-eğlence-insan görmek açısından biraz kuruydu.
Fas  ve Tunus’la ilgili internette o kadar çok yazı var ki, hepsi sağolsun-gittiğimizde onlardan çok faydalandık.  Benim sadece oralarda bulamadığım küçük birkaç notum olacak, ilgilenenlere:
v  Fas’da Casablanca’da çok bir şey bulamadık. Ama 4 saat uzaklıkta Marakesh dolu bir yer. Turistik olması için olduğu haliyle bırakmaya özen göstermişler. Meşhur Marakesh meydanına çıkınca, kendimi Sinbad filmlerinde hissettimJ
v  Yemekler, etler ve ekmekler leziz ötesi. Başka yorum yapmayacağım, yemek konusunda hiç sıkıntı yok.

v  Eğer biraz lüks olsun, değişik yer olsun derseniz, kaldığımız otelin önerisiyle gittiğimiz restoranı öneririm: Dar El Baroud

v  Araba kiralamayı tercih ederseniz, yollarda hiç birşekilde sıkıntı yok. Mis gibi yollar, levhalar da gayet düzenli.
v  Meydan ve çevresinde en tehlikeli şey, motorlular. Kazasız dönmek büyük başarı istiyor. Motorlardan başınız dönüp düşebilirsiniz de.

v  Marakesh’de bir köy bulduk. Meydana yaklaşık 60 km uzaklıkta. İsmi  L’ourika…Nehir ve dağların arasında bir yer. O yüksek yerlerde insanlar nasıl ev yapmış, nasıl yaşıyorlar anlamadım. Yazın yayla havasından hiç inmek istemiyorlardır herhalde. Her 100 metrede argan yağı satılan ve tabii ki yine harika etlerin ve ekmeklerin yapıldığı su kenarı yerler var. Kesinlikle buraya gidilmeli.
v  Fas mı, Tunus mu derseniz..Bence Fas..Ama deniz ve güneş sadece bana yeter derseniz, sanırım Tunus o konuda daha iyi, özellikle turistler için.
v  Bu iki ülkede de, alışveriş aynı. Aslında alışveriş yapacak pek birşey yok. REnkli süs tabaklar, bedevi kıyafetleri ve Paşabahçe markalı bulacağınız renkli nane çayı bardakları..Sadece Fas bir gıdım daha kaliteli ve daha pahalı. Tunus bayağı ucuz.
v  Nane çayı, Tunus’da çok şekerli-dikkat.

v  Cep telefonu ile konuşan insan göremedik gibi. Tunus’un başkenti o konuda daha gelişmiş gerçi ama, Marakesh’in halkı için kesinlikle teknolojinin T’si yok.Ama turistler için tabii ki herşey var:)


 Gezip – tozmak dileğiyleJ

Thursday, 22 December 2011

Mutluluk Havuzu

Saat 18.
Hava soğuk,
Bedenim halsiz,
Kafam yorgun,
Kalbim boşlukta,
Aklım bir tarafta kalk gidelim derken, diğer tarafta  gir-yüz diyor.
Bu tip zamanlarda insan evladının seçtiği en kolay şey, evinde, sıcak evinde, rahat giysileri ile uzanıp, bir çay kahve içip, birşeyler izlemek ve olduğu yerde uyumaktır.
Bunun depresyona giden yol olduğunu anlamam uzun yıllarımı aldıJ Ah şu deneyimler...
Bir elimde havuz çantam, bir elimde laptop çantam ayaklarım geri geri giderek, girdim Enka yollarına, gözlerim yarı kapalı.
Takım arkadaşlarınız bizimki kadar eğlenceli ise, o ortamdan kuru çıkmanız mümkün değil. Yani dönüşüm yok, bu antremanı yapacağım..
Sürüne sürüne havuzun başına geldim, zorlaya zorlaya kendimi suya fırlattım.
Dışarısı soğuk, su sıcaklığı da nasibini almış. Önce 1 kulaç,sonra diğeri...Yavaş yavaş ruhumun, bedenimde tekrar vuku bulmasını, hayranlıkla izliyorum...Peki nasıl oluyordu bu?
Spor denilen şeyin insana mutluluk vermesi böyle birşey mi? Sanırım Evet..
Sonra yan kulvarlarda yüzenleri izledim. Her kulaç, suya bir ölçek Serotonin katıyorsa, bu 25lik havuzda tonlarca su – pardon tonlarca mutluluk-  olmalıydı.  Ben her hareketimde kendimden bir ölçek havuza bıraktığım gibi, buradan da çokça içime çekiyordum.
Başlangıcını düşününce sonraki bir buçuk saatlik, pek de küçümsenmeyecek antremanı nasıl bitirdiğimi bilmiyorum. İşte bu da günün küçük mucizesi.
Aslında çevremizde bizi mutlu edecek bir sürü şey var, hepimiz aynı havuzun çevresindeyiz. Sızlanmak, kabuğumuza çekilmek yerine, bunları görmeye çalışmak, mutluluk havuzuna bir dalış yapmak neden daha kolay bir yol olmasın? J
Mutlu kalın.


Thursday, 20 October 2011

To be Miss Wrong

Geçen haftanın yağmurlu günlerinden birinde, bir elimde market torbaları ve diğerinde şemsiye ile zar zor yürürken ayağıma bir şey çarptı: Baktım, yanından geçtiğim arabanın plakası... Belli ki, öndeki araba park ederken tampona çarpıp düşürmüş ve sonra da bakma veya kaldırma zahmetine girmemiş. Sonra o plakasız arabanın sahibini hayal ettim (çünkü bu durum benim de başıma birkaç kere geldi). %35 arabasının etrafını kontrol etmeden arabaya binip gitme eğiliminde olabilir. Yani o plakayı orada - yerde bırakıp, sonra başına bir sürü iş açma olasılığı hayli yüksek... Dayanamadım, o yağmur, çamur, eli kolu dolu halimle, pis plakayı kaldırıp ön cama koyup ilerledim.
Sonra aklıma, yaptığım başka şeyler geldi: Boş, ama ışığı açık gördüğüm toplantı odalarının ışığını veya açık projektoru kapatmak,
Tuvaletlerde boş yere akan sifon veya musluk görürsem onları kapatmak,
kağıdı sıkışmış fotokopi makinesi görünce onu düzeltmeye çalışmak, düzeltemesem de ilgili kişilere bildirmek,
arkadaşımın elindeki bir kalem, hırka vs. düşerse onu almasını beklemek çok saygısızlık geldiği için, hemen eğilip yerden alıp ona vermek... Tanrım sonu gelmiyor.
Ters konan tuvalet kağıtlarına da dayanamadığımı gördüm, neden o kullanışsız-verimsiz haliyle takılıyorlardı ki?


Bunları yapmamın en büyük sebebi, yetiştirilme tarzım, bu kesin. Çünkü aynı şeyleri ailemizde herkes yapıyor:) Yapmayınca büyük bir rahatsızlık duyduğumu da gördüm.
Buna karşılık iyice düşününce, etrafımdaki çoğu kişinin hiç de böyle olmadığını farkettim ve kendimi enayi gibi hissetmeye başladım.
Yani bu toplum, bilinçli ve iyi niyetli kişileri bile kötü yapabiliyor.

Şimdi ben artık ne olmaya başlıyorum:
Mesela, market kapısından girerken veya çıkarken, karşıdan da biri geliyorsa, siz kapıyı açmışken, onun da geçmesi için kapıyı bir süre açık bırakırsınız ya...Ta ki, o da kendisinin geçmesi için kapıyı tutana kadar...İşte artık bunu yapmamaya çalışıyorum. Çünkü kimsenin kapıyı tutmaya yeltenmeyip, bana kapı görevlisi muamalesi yapmasından, üstelik bir teşekkür bile etmemesinden mutlu olmuyorum.

Sanırım ben de artık yavaş yavaş, az biraz yanlış biri olacağım. Gerçi böyle olmak da çok kolay değilmiş:)
Siz siz olun, olduğunuz gibi kalmayın...

Thursday, 8 September 2011

Üzümün sapı,çekirdeği,kurusu,şırası veee şarabı

Bağ bozumu aşkınaaa... 
Organik üzümlerle bezenmiş bir bağdayım. Ulu manitu, beyaz şaraba tad versin diye Sultaniyeleri, kırmızı şaraba haz versin diye Merlot'u yaratmış oralarda:)
Nerelerde? Manisa'da..
Yalovayı, Diyarbakırı,Mardini,Bozcaada'yı bilirdim de, Manisa'yı bilmezdim üzümleriyle. Benim cehaletim... öğrenmiş oldum 2 hafta önce.
Cuma sabahı Pendik'ten bindik feribota, Yalova'dan aldık yolu, yemesiyle,salına salına gitmesiyle 5 saatte vardık çırçır fabrikasına. Pek hoş karşılandık. Ege insanı da bir başka zarif.  Gittiğimiz gibi, yeni ezilmiş Sultaniye üzümlerden taptaze şıraları içirdiler hemen. Sonra yetmedi Merlot'tan bir şıra daha. Tabii aldığımız o enerjiyle, akşam yemeği rafa kalktı:) Şarapların en az 1 yıldır beklediği, fermantasyona uğramaktan ısınmış tankerlerin arasında dolaştık, alkol kokusunu ciğerlerimize çektik(!).

Ertesi gün o tarla benim, bu tarla senin tarımcılığın giriş dersini gördük. Dalından üzümleri, topraktan kavunları, kelekleri, domatesleri yedik. Hepsi organik!





Kasalarla toplanan üzümlere ayaklarımızla bastık ki, mantar kokusu şarabı bozmasın:) Sonra, 25 metrelik tankın musluğuna ağzımızı dayayıp şarabı midemize indirdik.
Yağmurlu geçen kış nedeniyle küçük kalan üzümlerin, kilometrelerce kurutulmasını seyrettik.








Bu kadar yorgunluğun ardından da, Manisaspor'un meşhur manisa kebabını yemeği hak ettik tabii.
En güzeli de, kameramı doya doya kullanma fırsatı bulmuş olmam.


Şarap aşkına...


Wednesday, 3 August 2011

Yine Bodrum, Hep Bodrum

Long weekend gibisi yok..Tatil yapmaktan kendinizi kötü hissetmeye ve işleri düşünmeye fırsatınız olmadığı için, doya doya tadını çıkarıyorsunuz. Bir de üstüne, döndüğünüzde durmadan sırıtarak iş ortamında çalışıveriyorsunuz:)
Geçen Perşembe Bodrum'a çıktık yola.Plan yaptık birkaç tane ama, sonradan vazgeçip kendi haline bıraktık tatili. Böyle doğaçlama tatil bayağı iyiymiş, fevkaledenin fevk'inde(!) bir Bodrum oldu. Denize doyamadım, sonunda da bir baktım ki ayaktan başlayarak onun rengini almaya başlamışım:)

Zaten Bodrum'a gidip de, farklı bir tatil geçirmek mümkün mü?
Koy desen onda, gece eğlencesi desen onda, hareket desen onda, arkadaşlar desen onda.

Sanırım, ilk, üniversite son sınıfta iken, çok deli arkadaş grubumuzla gitmiştim. Ne tatildi ama... Bir haftalık tatile, 1 koca bavul ile gitmiştik. Her geceye 1 kıyafet,ayakkabılar ona göre değişiyor - çizme bile var içinde..Odalar zaten küçücük, bizim ayakkabılar asker gibi diziliyor duvara. Gündüzleri bir yerde, her gece başka eğlencede. 6-7 kişi gitmiştik, 8-9 kişi mi dönmüştük ne:)
Şimdi çok daha kompak olmayı başarıyorum tabii - yarım küçük bavul, daha rahat, eğlencedense keyife yönelmiş olarak.

Bodrum'un yeri ayrı, o çoraklığına, tek yapı beyaz soluk evlerine karşın bir şeyi var.
Daha çözemedim-üstünde çalışıyorum:)

Vazgeçmesi zor oradan,
O güzel sulardan.
O görünmez enerjinin,
Bıraktığı hazdan...
Güneş ve denizle kalın.

Thursday, 21 July 2011

Ne İstediğini Bilmek de Kötü

Geçen gün sevgili arkadaşım Seda ile giyim üzerine konuşuyorduk.Ben bir ara dedim ki "Tek omuz bir bluz, bir de petit kareli şort istiyorum"..Güldü, "ne kadar net" dedi.
Düşünmeye başladım (her zamanki gibi)...Hayatımda hiç flu bir şey yok:
Bir mağazaya girip, öylesine bir şey aldığım bile nadir, en azından aklımda bir konsept olur. Tabii böyle olunca, alışverişlerim de çok hızlı oluyor (satıcıların sevdiği müşterilerden olmalıyım).
Küçüklüğümden beri hep teknolojik,mekanik şeylere ilgi duydum, ne istediğimi biliyordum. Satışçı, işletmeci olmayıp, mühendis olacağım o zaman da netti (sürpriz yok).
Bir işe başlamışsam, onu bitirdiğimi görmek için başlamışımdır. Yarım bırakmayacağım nettir (ölürüm de bırakmam).
Bir arkadaşım-benim kardeşim olmuşsa, arada ne kadar görüşmemezlik olsa da, onunla asla kopmayacağım da nettir.
Bunların hepsi hem gönülde, hem mantıkta birleştiği için çok net, spesifik, tutarlı, değişmesi zor. İstediklerimin dışında kalan şeylere karşı da ön yargılı.
Aşık olmak bile böyle...

İnsanların herşeyi programlı yaptığı bu dünyada, en ufak isteklerimin bile bu kadar bariz olduğunu görünce, kendimi sıkıcı buluyorum. İstediğimi bulamayınca, ya da alternatif yaratamayınca da kapana kısılmış-sıkışmış.

Ne istediğini bilmeden, kararsız, rüzgarla dolaşan bir yaprak olmak ne güzel olurdu. Hem heyecanlı-hem acılı, ama dolu dolu.



Esnek kalın...


Monday, 18 July 2011

18.İstanbul Caz Festivalinden...

Geçen hafta 2 konsere daha gitme fırsatım oldu. Ne yazık ki bunlar, biraz hayal kırıklığı oldu benim için. "Her hayal kırıklığı, mutluluğu yakalamak için, birer tecrübedir" (Polyanna'dan alıntı :) ) 
İlki Randy Crawford , Natalie Cole....Randy'cik biraz zum çıktı sahneye. Onu kolundan tutarak getirip, oturttular. Ama sebebi belli ki sağlık problemleriydi.Sonradan anladım ki, tek sorun bu değil; çünkü hatun kıkır kıkır gülüyor şarkıların ortasında... Güzelim Almaz şarkısını yarım yamalak söyledi. Ben konserlerde,sanatçıların, şarkılarını orjinal bant kayıdındaki gibi söylemesinden hiç keyif almam. Tamam Randy öyle yapmadı, ama şiir okur gibi söyledi, yuvarladı bana göre...Sanki evinde arkadaşlarıyla beş çayında oturmuş, Joe'yu piyanoya oturtmuş, şarkı söylüyor gibiydi (siyah jarse giyimiyle).Joe Sample, durumu toparladı sonuçta .. Değişik bir yorum diye düşünüp, Natalie'yi bekledik.
Natalie Cole, yeşil elbisesi ile, fiziği-hareketleri ile inanılmaz zarif ve hoştu.Ben 45 yaşında mı/50 var mı diye düşünüp, hemen wikipedia'ya baktım. 1950 doğumlu olduğunu görünce şok oldum. Performansı çok iyiydi. Sadece babasını çokça kullanması biraz rahatsız ediciydi, belki de çok sevdiği için her konserinde onu yaşatmak istiyor, bilemiyorum(?). Bir de, benim için hard bir caz oldu, klasik caz 3.şarkıdan sonra biraz ağır geliyor bana. Back vocal'leri daha çok kullanmasını da tercih edebilirdim. Taa ki, Neil Young'dan "Old Man" 'i söylemeye başlayıncaya kadar;  "ohh işte budur"  diyordum ki, o da son parçası oldu:)


Diğer konser 15 Temmuz'da Mujeres de Agua (Suyun Kadınları) idi. Biz daha çok Buika'yı dinlemek için gitmiştik işin doğrusu. Ama konser düşündüğümüzden daha enteresandı. Çünküsü çok:
1.si, çapkın bakışlı productor Javier'nin tarzını Balık Ayhan'a benzettim. Flamenkoyu, piyano,davul,kanun'la birleştirerek farklı bir caz havası yaratmıştı. Aslında bunu sevdim.
2.si,Flamenkoyu (dans olarak) çok sevmeme rağmen arka arkaya iki Flamenkocu biraz baydı. Javier Limón gerçekten komik bir adam, her sanatçıyı takdim ederken "Best best singer" diye hitap etti. Hangisi "Best" emin olamadık; artık seyirci, 4. sanatçıda yine aynı sözleri duyunca gülmeye başladı, kendisi de güldü tabii.
Sonrasında, vokallerden birisi Aynur Doğan idi. İspanyolca ardından Aynur'un Kürtçe söylemesi çok doğal geldi. Ama 4bin kişiyi bulan salonda, 2. ve. 3.şarkıda da Kürtçe söylemesi huzursuzluk yarattı. Ben salonun bir ucunda kimin ne söylediğini çok iyi anlayamadım, ama huzursuzluk herkesin içine girdi, onu görebildim. Birkaç kişinin, ayağa kalkıp yüksek sesle bağırması üzerine, en az 50-60 kişinin inanılmaz bir hızla konserden çıkışlarını izledim... Bu, beni çok düşündürdü...Ne kadar korku ile yaşadığımızı hissettim.Korku ile yaşamanın ne kadar zor olduğunu , dünyada yıllarca bitmeyen savaşları ve buradaki insanların bununla nasıl başedebildiğini, bunu becerenlerin ne kadar güçlü olduğunu düşündüm...İşte bir konser 3 dk içinde bu kadar şey hissettirdi...Bu duyguyu çokça yaşamak istediğimi sanmıyorum.
Gerginlik ardından, garibim Buika çıktı. O ortamda, onun da söylediğinden kimse pek birşey anlamadı. "Eğer siz bana eşlik edemeyecekseniz, ben onlarla söyleyeyim" diyerek, biraz sitem etti. Sonrasında seyirci toparlamaya başladı.
En son sanatçı(best best best:) )  Israil'den Rita, bayağı kıvraktı (!),  iyice havaya soktu herkesi. İşte bizim halkımız oynama olunca, hemen değişiveriyor. Ama, ben artık caz konserinde olduğumu unutmaya başlamıştım, kendimi artık dışarı attım.



Hareketli bir caz haftasından sonra, bu hafta biraz tatil planı yapma zamanı...

Müzikle kalın.

Wednesday, 13 July 2011

Kulağımı Müzikle Dinlendiriyorum

Bildiğimiz gibi geçen ay Amy Winehouse konseri vardı. Defalarca dinlesem sıkılmam, hatun'un sesi,yorumu,müziği gerçekten iyi. Konser tanıtımları yapıla yapıla bir hal oldu...Benim içimden bir ses "bu kadar para verilir mi" diyor, diğer ses "boşuna düşünme, nasılsa Amy girecek bir koma bulur, konseri iptal olur" diyor: İçinizdeki sesi dinleyin, o size her zaman en doğru şeyi söyler:)
Ama, kültür kenti İstanbul'da yaşıyoruz, mevsim yaz, konserlerin haddi hesabı yok, benim içim kaynıyor. İşte burada tavsiyem IKSV konserleri...Bir kere Şişhane'deki IKSV binasını bir görün, gerçekten sanat için birşeyler yapılmaya çalışıldığını, özgür, genç,medeni, yaratıcı birşeyler döndüğünü hissediyorsunuz. Sonra, konserlerin içeriğine bakıyorum: Amy iyi hoş ama, burada çok daha değerli sanatçılar var ve fiyatlar çok daha uygun.
Sözü, dün gittiğim konsere getiriyorum: Cemil Topuzluda müzik sever bir insan topluluğu, 2 gün sonra dolunaya dönecek bir yarım tabak Ay, esintili bir Temmuz günü ve inanılmaz güzellikle iki ses: biri usta caz vokal, diğeri daha soul, kilise korosu temelli: Dianne Reeves ve Lizz Wright.... İnsana şunu dedirttiler: "ben de böyle sesim olmasını istiyorum, bu haksızlık ama" :)
Anjelique Kidjo'yu ilk kez dinlemiş oldum. Sesindeen çok, enerjisi ile coşturuyor(o yaşlardaki halimi gördüm onda:) ) ve Güney Afrikasına,insanlığa ilişkin sözleriyle etkiliyor herkesi...

IKSV'ye teşekkürler:)

Dubi dubi dubi dab dab Jazz'ı çok sevmesem de, R&B, latin ve funk'la karışınca tadından geçilmiyor. Bu hafta böyle jazz'a doymaya niyetlendim, darısı nicelerine...

 

Müzikle kalın....

Bana Rengini Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim....

Son 10 yılda trend haline gelen bu kişisel gelişim eğitimleri gerçekten çok eğlenceli. Eğlenceli, çünkü,  aslında farkında olmadan çözdüğünüz bir takım sorunların (!), bir metoda dayalı olduğunu anlatıyorlar size...Siz de sonrasında: "Aaaa ben doğru yapmışım, demek bu yüzdendiii" diyorsunuz kendi kendinize...
Peki biraz abarttım, bu yorumu herkes yapamayabilir. Kişisel gelişimin temeli, iyi bir gözlemci olmaya, iyi bir objektifiniz ve bir odağı yakalamak için yeterli zamanınız olmasına dayanır.
Bazı NLP'cilerin pek sevmediği, kişileri davranışlarına göre kategorize etme ve böylece iyi ilişkiler- iletişim kurma amaçlı aldığım bir eğitime geliyorum...Eğitimin ana odağı, irtibatta olduğunuz kişileri bir sınıfa sokmak: 4 kategoriden birine uygun düşürmek. Bu kategoriler hayvanlarlar,renklerle,bazı işaretlerle sembolize edilebilir. Biz renkleri kullandık... Bu iş, bir testle analitik olarak yapılabileceği gibi,gözlemleme ile de anlaşılması mümkün...İşte gruplamaların kabaca içeriği:



Bu davranışları (karakter değil!) bilince, onlara karşı nasıl davranacağınızı daha iyi biliyorsunuz(eğitimde bu davranışlar anlatılıyor). Böylece, iş ve özel hayatınızda, harikulade ilişki yöneten bir insan oluveriyorsunuz (!). İş ki, bunu uygulamayı isteyin ve durmadan yapın...


Detaylar yine internette: Success Insights, anahtar kelime.

Benim renklerime gelince...Her zaman olduğu gibi Sarı - Kırmızı :)
Sarı: Doğal halim,
Kırmızı: Uyarlanmış halim (kendi kendime, ortamına göre ayar çekiyorum yani)


He who knows others is learned.
He who knows himself is wise."
–Lao Tse

Tuesday, 28 June 2011

Komşu Sulardan Akıp Gelirken...

Tarih: 26 Haziran Pazar.
Yaklaşık 1 haftadır maksimum yemek yeme seviyesine çıkmam gerekirken, minimumdayım.
Bu kez heyecan ortalarda, stres tavanlarda…Alkollü pasifloranın gevşetici etkisi çaktırmadan kendini gösteriyorJ
Sabah 7:15’de, 180 kişi  Kaş sahilinde toplanıyoruz, her zamanki gibi bayanlar azınlıkta..Amacımız 7. Uluslararası Meis- Kaş Yüzme maratonunda, karşı kıyıdaki Yunan adası Meis’ten, yüzerek memlekete gelmek. Yol, ip takıp bir uçtan bir uca çekerseniz 7.1 km, insani şartlarla 8 km kadar....
Asıl amacımız ise: Bir haz almak.


Tek tek isimlerimiz çağrıldı, sırtımız numaralarımızla damgalandı. Ben 61'lendim...

Hava İstanbul’da yağmurlu, Kaş’taki etkisi hafif rüzgarlı.
2 motora doluşup, Meis’e doğru yol aldık.Yaklaşık 40 dakikalık bir motor sefası ( o gerginlikte ne kadar sefa olursa artık).
Arada, tecrübeliler çömezlere yol anlatıyor:  “İşte şu Kaş’ın tepesindeki Hörgüçler var ya, orayı kerteriz alacaksın. 20-30 kulaçta yönüne bakacaksın, yoksa Arapça konuşulan bir yerden çıkabilirsin. Atlamadan önce koltuk altlarını vazelinleyeceksin, tahriş olmasın. Yüzünü kremleyeceksin ki, yanmasın-bone, gözlük izi olmasın. Kıyıda deniz kestaneleri var, ayağına dandik bir şey giysen iyi olur” falan filan..
Sonunda, o güzel ama sessiz adaya varıyoruz. Adalının çoğu, her yıl bu sahneyi görmeye alışmış bir şekilde bize bakıyor ve “Kalimera” diyor.
9:15 sıralarında ise, hepimiz o güzel koyda denize girmiş, Start sesini beklerken, adanın kilisesindeki çan sesi bir an kafamızı karıştırıyor.  "Hazır mısınız arkadaşlar?" sorusu ardından, beklenen siren sesi geliyor ve biz ilk kulaçlarımızı atmaya başlıyoruz (Benim ayağımdaki havlu terlikler, Meis’e hatıra olsunJ ).

Heyecanla kendimi gözlemliyorum, ne yapacağımı ben de merak ediyorum. “Paniğim yine olacak mı, en geride kalacak mıyım, çıkmak için beynim oyunlar oynayacak mı?”...Hayır hayır, hiç biri olmadıJ Tecrübe ile sakinlik geliyor sanırım.
Sadece, ne kadar geniş bir alan olsa da 180 kişi aynı anda çıkamıyor. Birinin ayağı diğerinin gözüne değiyor, ben o zaman kendimi geriye bırakıyorum, boş bir yer ediniyorum. Koca deniz benim artıkJ

Koy yaklaşık 2 km, gerçekten harika bir deniz. O 45 dk çok keyifle gidiyorum. Ancak koydan çıkınca, ülkenin genelindeki soğuyan havanın etkisi, sabahın erken saati olmasına rağmen kendini bu Akdeniz sularında da gösteriyor. Tersten gelen, dalgalı bir deniz. Kendimi çamaşır makinesi gibi hissediyorum, çalkalana çalkalana ilerliyorum.

Kafamı arada kaldırıyorum, "amanın hörgüçler gitmiş" diyorum. Anlıyorum ki yönüm kaymış, hemen toparlanıyorum. İşte yüzme maratonunun en zorlayıcı tarafı bu. Hatta, ters yönde gidenleri gördüğümde üzülüp, bağırıyorum “heeey, yanlış yöne gidiyorsunuz”…

Bir süre sonra yol gerçekten bitmez oluyor. Belimde bir ağrı, sol elimin iki parmağında biraz uyuşma, bone biraz boynumu ağrıtmış. Ama ne yapıyoruz? Yola devam ediyoruz. Yolda hep birilerini, arada kanoları, tekneleri görmek içimi rahatlatıyor.

Uzun bir yolun sonrasında, önceki gün antreman yaptığımız dubayı, finishteki çay bahçesi-lokal gibi olan yerin sarı tentelerini, Kanolardakilerin “Türk bayrağının olduğu yere yüzün” seslerini duyunca, “ha gayret ha gayret” diyorum ama, sadece kafamda diyorum: zira, kolum artık kalkmamakta direniyor (özellikle sol kolum) J
O sıra aklıma sevgili Orhan Veli’nin bir şiiri geliyor, ironik bir havada:

Bilmezdim koyların bu kadar güzel,
Açık denizin ise kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden once.

Bir finish var, biliyorum;
Her seyi soylemek mumkun;
Epeyce yaklasmisim, yüzüyorum,
Sonunda ulaşıyorum..


Evet sonunda o merdivenleri çıkıyorum. Aynı anda 5-6 kişi varmışız hatta.. Önümdeki süslü arkadaş, havalı bir şekilde çıkmak hevesiyle bonesini çıkarıyor, gözlüğünü çıkarıyor, saçlarını savuruyor..” Yok artık” diyerek içimdeki duyguları dışa vuruyorum, yaklaşık 3 buçuk saatin ağırlığıyla. Bizim 6 kişilik ekip, hazır nazır orada, dinlenme evrelerine geçmişler, bana el sallıyorlar.

Tüm katılımcıların gelmesi ardından, ödül töreni oluyor. Yaş kategorimde 1.olduğumu duymak da, bana günün surprizi.

Pazar günü yorgunluğu ve güneş yanığı acılarını yaşayıp, Pazartesi hırçın denizin arasında kalmış o dingin koylarda tekne turu ile yorgunluğu atmak, yine arkadaşlarla birlikte olmak ayrı bir keyif..

Ve işte yine küçük bir risk almanın, onu yaşamanın hazzını alıyorum.
Darısı hayattaki her hedeflerin başına:)

Başarı ile kalın, başarının olamadığı zamanlar onun engin tecrübesi ile yaşayınJ