Thursday, 24 February 2011

Hiç değişmeyen Nil Burak

 Her zamanki gibi İstiklal'de yürürken, gözüme bir afiş ilişti.
Parti var, konuk sanatçı: Nil Burak.
Şaşırdım....."Bir poster 30 yıl İstiklal'de birkaç yırtıkla asılı kalmış olabilir mi?" diye düşündüm:)
Sonra da, "yok yok olamaz, poster yeni, maşallah Nil Burak "hiç değişmemiş" dedim kendi kendime..Ben de öyle olmak istiyorum yani:)

Şaka bir yana:: eski 45'likler partisi olduğu için, Nil Burak'ı konuk sanatçı olarak davet etmişler anlaşılan. Herhalde, uzun zamandır kendisini görmeyenler, onu tanıyamaz riskini almamak için, eski resmini koymuşlar (iyimser bakış).
Ya da, daha az iyimser bakışla, sanatçı egosuyla bu resmi koymuşlar..
Ben tam bilemedim, ama tuhafıma gidiyor böyle hareketler.

Eğlenceyle kalın:)




Thursday, 10 February 2011

Vipassana ile Tanışma

   Vipassana sizce hangi lisandan bir kelime? Farsça olabilir, flemenkçe, latince zor...?
Ama anlamını söylersem, belki bir algı oyunu ile, biraz Sherlokçuluk yaparak hangi lisan olduğunu tahmin edebiliriz:  Vi : Özel bir şekilde , Passana: Görmek... Birleştirince, olanı olduğu gibi görmek, diyebiliriz.
Kulağa verdiği ahenk ve derinliğe- ruhsallığa inen anlamını birleştirince, eski bir hint lisanından olduğunu söyleyebilirim artık (Sanskritçe değil, Pali).
   2007 yılında bu kelimeyi duydum, 2009 yılında kendisiyle tanıştım.
2007-2009 yılları arasında, onunla tanışıp - tanışmama kararını aldım. Önce araştırdım; onu tanıyanlarla görüştüm(Hakan'a teşekkürler:) ), yazılanları okudum. Sonra, buna hazır olup, olmadığımı, ne kadar hevesli olduğumu anlamaya çalıştım. Sonunda da, kararımı verdim:)
Bu, bir meditasyon tekniği. Tekniği öğrenmek için 10günlük kursu almak (çalışıyorsanız, 12 günlük izin almanız) gerekiyor. Tekniği anlatmayacağım, web sayfasında çok güzel,detaylı bilgiler var çünkü :http://www.tr.dhamma.org/vipassan.htm 
   Ben bu kurs sırasında neler ve sonrasında ne gibi değişimler olduğuna kısaca değinmek isterim: Öncelikle, 10 tam gün boyunca hiçbir şekilde konuşmama,verilen yiyecekler dışında birşeyler yememe gibi kurallar var. Ben bunu çok sevdim. Aynı odada birisi ile kalıp hiç konuşmamak gayet keyifli. Özellikle 10 gün sonunda oda arkadaşımın konuşmayı ve kendisini anlatmayı çok seven birisi olduğunu anlayınca, bu kuralın ne kadar faideli olduğunu da anladım:) Çok az yemek,az uyku, çok erken uyanmak,güncel hayattan bambaşka bir şekilde soyutlanmak, gerçekten ruh detoksu yapıyor. Bu kadarı bile çok güzel bir duygu.
   Bu ilk meditasyon denemesinin ilk 2 günü, gerçekten zorlandım. Bilinç, bilinçaltı falan içiçe giriyor. Düşünceleriniz bir maymun gibi; ordan oraya zıplıyor. Bilinçten uzaklaşmak için elimden geleni yaptıkça, düşüncelerim bir kum kamyonundan çıkar gibi, normalden daha hızlı dökülmeye başlıyor.
Fakat o 2.günün öğleden sonrası. İşte dönüm noktası.. Herşey çözülüveriyor. Birden kendimi rafting yaptığım çılgın nehirden, dingin bir suya, hatta balıkadam kıyafetimi giyip denizin altına inmiş gibi hissediyorum. Düşünceler gitmiş, sadece boşluk var. Bu boşluğu önce yadırgıyorum- ama sonra çok mutluluk verdiğini farkedip bu duygu karmaşası ile ağlamaya başlıyorum. Harika! Sonra denizin altına, bilinçaltına ara ara kaydığımı farkediyorum. Yıllar öncesinden bazı şeyler aklıma geliyor. Kurs sonrasında, bazı arkadaşların bu duru ortamda iken, geçmişle ilgili çok daha fazla duygular yaşadıklarını öğrendim. Ama bende çok olmadı(?).
   Kurs boyunca şunu öğreniyorum: Observe observe...Yani, olanı olduğu gibi gör. İncele, izle, ama olduğu şekilde. Bir ara, odaklanmamı bozan bir kaşıntı burnumda dolaşıyor. Kaşıntı da değil, sanki burnum,yüzümde yer değiştiriyor. Tabii çok rahatsız edici, işte bu tip durumlarda hocamızla konuşmamıza izin var.
              Ben soruyorum: Ne yapmalıyım?
              Cevap veriyor: O durumu, olduğu gibi gör.
              Soruyorum: Unutup, yok gibi mi davranayım?
             Cevap veriyor: Hayır, bunu Kabul Et!
O sırada, bu dediğini tam yapamadım. Ama ne demek istediğini anladım ve hiç aklımdan çıkarmamaya çalışıyorum.

   Sonraki günler tekniği daha iyi anlayıp,kavramaya başlıyorum..
Günler geçip gidiyor, 8.günde artık eve döneceğim düşüncesi ile biraz sabırsızlanmaya başlıyorum. 11.gün birbirimizle artık rahatça kaynaşıp, sevgi ile ayrılıyoruz.
Dönüşte 2 kg verdiğimi görüyorum, ama 1 haftada geri alınan cinsten :)

  Tabii, asıl heyecanlı olan, günlük hayata geçince bunu nasıl kullanacağım, işime yarayacak mı?... İşte bunu 2.bölümde anlatacağım:)
Sevgiyle Kalın....

Monday, 7 February 2011

Mezeli Bahçe Tarifi (Yummy)

Meşhur(!), kalorisi sebebiyle yılda ancak 1 kere yenmesi mübah olan, Bahçe tarifini vermek istiyorum (tarifi internette bulamazsınız, ona göre).
Bu, aslında bir meze. Ancak içerdiği malzemeler nedeniyle biraz meze olmayı aşıyor. Çünkü, 2 dilimi bile insanın doymasını sağlıyor.
Bunu yapmak için öncelikle Bahçe Ekmeğine ihtiyaç var. Aslında tost ekmeğinin alman pastası şekline bürünmüş hali. Bunu hazır alıyoruz. Ben, Şişlide Osman pastanesi veya Teşvikiye'de Bahar pastanesinden alıyorum. Başka yerler de yapıyor olabilir tabii.
Yuvarlak bahçe ekmeğini enine 5 eşit, yuvarlak parçaya bölünmüş olarak yaptırıyoruz.
Malzemeler: Aslında sizin zevkinize göre değişebilir. Ben nasıl yaptığımı yazayım: 200 gr krakova salam, 150-200 gr dana jambon, kornişon turşu,eski kaşar,dil peyniri,beyaz peynir,kırmızı biber,çok az dere otu.. Sos olarak: Zeytin ezmesi,mayonez,labne.
Bundan sonrası basit, ama biraz zaman alıcı. Tüm bu malzemeleri küçücük kesiyoruz.
Sırasıyla ekmeğin her parçasına karışık olarak dizmeye başlıyoruz.
1. Önce ekmeğin en üstünde parlak olan tabakayı incecik bir kağıt gibi kesiyoruz. Böyle bu yumurtalı yüzeyi sıyırmaz isek, sosu sürdüğümüzde ekmeğe daha güzel yapışır.
2.En alttaki, en geniş parçayı bir kek tabağına alıp, içini olduğu gibi mayonezliyoruz. İçine malzemelerden istediğiniz iki tanesini dağıtmaya başlıyoruz(resimdeki gibi). Örneğin krakova ve dil peynir.

3.İkinci parçanın iki tarafını yine mayonezleyip, içine diğer farklı malzemeleri diziyoruz. Örneğin: Turşu, kaşar peyniri


4. Değişiklik olsun diye bu kez, yeni dilime zeytin ezmesi (ben yeşili tercih ettim)  sürüp, içine kırmızı biber ve beyaz peynir dilimleri yayılır.
5.Sonuncu dilime de yine mayonez ve diğer salam ve eski kaşar.
6. son olarak kapağı kapatıyoruz. Buraya, labne ve labnenin donmaması için biraz mayonez ve dere otu karışımını bir güzel kaplıyoruz.

Veee, pasta gibi dilimleyerek yiyoruz.


Afiyet olsun:)

Eat, Pray,Love

Dün sonunda filmi seyrettim. Kendimden çok şey bulduğum için, keyif almadım desem yalan olur.
Ama bir filmi önceden bilmeden seyrediyorsanız, keyfi daha başka oluyor. Misal, Javier Bardem'in oynadığını bilmiyordum. Filmin ortasında onu görünce, yüzümde bir gülümseme ile seyretmeye devam ettiğimi farkettim:) (ah şanslı Penelopé)
Yıllar önce 6.his 'de de benzer şekilde, sonu heyecanla seyretmiştim. Ama sinema çıkışında çoğu kişinin yüzünde bir memnuniyetsizlik vardı: filmin en heyecanlı bölümü olan son 5 dakikasını önceden bilerek gelmişler, ne yazık:)
Eat-Pray-Love'a gelince...Son 10 yıldır,ama özellikle 5 yıldır içe, ruhsal yönümüze keşif dünyada bir noktaya geldi. Yani, maddesel hayat var tamam, ama bir de dünyevi olmayan hayat var ve bu ikisi iç içe. Biz yüzyıllardır biri yokmuş gibi davranıyorduk, ama artık bu doğal felaketler, bilir kişilerin (özellikle Hindistandakilerin) daha tanınması, kurslar,kitaplar vs. bizim birşeyleri farketmemizi sağladı...Bunların sonucunda da bu konuda filmlerin çekilmesi gayet doğal, çok da faydalı.
Ama neden Julia Roberts demeden edemiyorum. Hiç ısınamadığım bir oyunculuk, çözemediğim bir ifade (ifade yok), nasıl oskar aldı onu da anlayamıyorum. Neyse, film, renkli : İtalyan sıcaklığı, Hindistan'ın iki farklı yüzü, Bali güzelliği derken, benim de çekip gidesim geldi.
Filmde de çok güzel demişler: Üzgün yaşamaya razıyız,çünkü değişmekten, bazı şeylerin
kalıntıya dönmesinden korkuyoruz. Bağlanmak bir tuzak, yıkım ise düşündüğümüzün aksine değişime giden bir yoldur...

Friday, 4 February 2011

Başarı mı Azimden Doğar, Mutluluk mu Başarıdan Doğar?

Küçüklüğümle ilgili çok az şey hatırlarım. Belki de çok fazla zaman geçtiği içindir.  Ama bazı film şeritleri var ki, hiç unutmuyorum, onlar işte Haz’larım.
Kırmızı kurdele aldığım anı hatırlıyorum. Çok sevgili, güzeller güzeli öğretmenimin biricik öğrencisi olma hedefim vardı. O kurdeleyi almak için çok çalışmıştım. Öğretmenimin sözlerini hatırlıyorum: “Hadi Fulya’cım, şu satırı da okursan kurdeleyi alacaksın”. 50 kişilik sınıfımızda, ben 6 yaşında, 2. kişi olmuştum o küçük kırmızı kurdeleyi alan, içimde sevgiyle.
Yine birinci sınıfa ilk başladığımda, bir türlü doğru söylemeyi beceremediğim o harfi hatırlıyorum: ”ğı”. Annem, bu konuda ne kadar üzüldüğümü bilip, öğretmenime gizlice söylemiş: “Fulya’nın böyle bir sorunu var, lütfen ona bunu hissettirmeyin”.  Biliyor tabii, içimde ne büyük savaş verip, bunu düzeltmeye çalıştığımı. Babamla her gece çalışıyoruz “ğğr”, “ğrr”….Okul enteresan bir büyüye sahip, yıllarca söyleyemezken, 4-5 gün içinde becerivermiştim :“rrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr”…, içimde sevgiyle.
Beşbuçuk  yaşında, denizin ortasında, kuzenimin, küçük botlarından beni suya atıp, küreği çekip “hadi bana yetiş” demesiyle yüzmeye başlamam.., yüzümde gülücükle.
Sonraki yıllar, okulun başarılı voleybol takımının küçük bir üyesi olabilmem, ailemizin okul okuyabilme konusunda yüz akı seçilmem, matematik sevdamın getirdiği güzellikler, aldığım teşekkürnameler, egom sayesinde kazanamadığım üniversite sınavından sonra aldığım dersler- yaptığım yeni hedefler, bitmeyen mücadeleler... Sonuçta, elimde kalan koca tecrübeler.
Bunların sonuncusu Yüzme tecrübem oldu. Çok sevdiğim ve bireysel olarak yaptığım bu sporun, şirketimizde bir takımlaşmaya gittiğini öğrendiğimde başvurumu yaptım. Seçmelerde ve sonrasında anladım ki, bir sporu bireysel yapmakla – takım olarak çalışmak arasında dağlar kadar fark var. Yılmadım…Yavaş olabilirim diye başlayıp,  elimden geleni yapmaya çalıştım- devam  da ediyorum. Hırsın değil, ama azmin ve yeteneğin götürdüğü yere kadar. İçimde sevgiyle, keyifle.
İlk, kendimi kendime kanıtlayacağım olay, Boğaz köprüsünü Kanlıcadan atlayıp- Kuruçeşmeden çıkmak suretiyle, geçmek olacaktı. Heyecanıma diyecek yoktu. Hem de ne heyecan(!). Bir hafta boyunca yüreğim yerinden çıktı çıkacak.. Hele son bir saati aşmak mümkün değil. Tek avuntum, suya atlayınca her şeyin biteceği idi. Hani heyecan iyidir, oyuncu sahneye çıkınca tüm heyecanı bir başarıya dönüşür  ya, ben de öyle bir şey bekliyorum…..Ama öyle olmadı….400 kişi aynı anda suya atladı ve benim kollarım, beynime yenik düştü. Ne olduğunu kavrayamadım: Ben nerdeydim, ne yapacaktım, burayı yüzmek mümkün müydü, çok kişi var – aralarında ezilir miydim (boğulur muydum), bu yol biter miydi…daha onlarca soru, beynimde uçuştu durdu. Bunların uçuşmasından, yapmam gereken şeyi unuttum ve kolay yolu seçtim, “beni çıkarın” dedim….Hüzünle,pişmanlıkla.
O kolay yol, bir süre daha beni etkisine aldı.Bunun adı fobi oldu. O yaşadığım ise, egoya yenilmekti.
Ego yu bir tarafa atıp, tecrübe yaptım. İlk hedef: Fobiyi yenmekti, ona zorladım kendimi. 4 ay sonra, belki de daha zor bir parkur olan Alanya Kalesi maratonuna katılmayı istedim.
Heyecan yine vardı, ama elimde başa çıkacağım sopalarım da vardı. En azından öyle umuyordum.
Yarışmacılar çok daha zorlu,28 kişilik bayanlarda sadece  4 Türk kızı vardı. Bu çok iyi yüzücüler arasında benim ise bir tek hedefim vardı: maratonu bitirmek.
İlk atlayış, diğerine göre daha sakin ortamda olduğu için, heyecanım tavanlara çıkmaz diyordum. Yine de olan oldu. Aklımdan yine onlarca bahane, soru, geçti durdu. Ben de hemen sopalarımı çıkardım: “Seninle aynı durumu yaşayanlarla konuştuklarını hatırla- yapamayacağın bir şey yok. Eğer şimdi sudan çıkarsan bu korku, içinden çıkılmaz hale gelebilir. Bir iki kulaç sallasan ne olur ki,  sanki adada denizin içinde büyümemiş gibi” vs. vs…
10 dakikalık savaştan sonra, ilk kulacımı salladım. Sonra ikinci ve diğerleri. Ha ha, yüzüyor muyum ki, öyle gidiyorum işte, otomatiğe bağlamışım gidiyorum. Herkesin gerisinde kalmışım, tek kalmışım, ama  yüzüyorum ya, kimse keyfimi bozmasın. Arada tekneleri ve jetski’leri görüp gerilirken, güvenlik botlarına sesleniyorum. Botta, maratonu yarım bırakan bir yüzücü şevkimi kırmaya çalışıyor, “başınız dönüyor mu” – “hayır”, “mideniz bulanıyor mu” – “hayır , gayet iyiyim”…”siz yarışı 2 saatten önce bitiremezsiniz hanımefendi”..”evet , olabilir”…Be adam, kaç Türk katılmış ki zaten,gazı ver de bırak, bitirecek bu kız belki..Sonra birkaç kişiyi yakalamanın verdiği huzurla, artık o mavi denizde yüzmenin tadını almaya başlıyorum, çok diplerde birkaç balık görüyorum. Finish’i gördüğümde , 2 saat 25 dakika sonunda ayağımı kuma basarken bacaklarım titrediğinde, sonuna kadar hevesle bekleyen seyircilerin ve sevgili arkadaşlarımın büyük bir merakla  beni beklediklerini gördüğümde, çaktırmadan ağlamaya başlıyorum: Gerisinde bırakmış 4 erkek yarışmacı, sonuncu bayan yarışmacı, ama kendi içinde anlatılmaz bir mutluluğu yaşamış biri olarak .
Ya bunu da başaramasaydım diye düşünüyorum, zaman zaman. Ama sanırım, bunu yaşadıktan sonra düşünmek daha iyi:)
EGO YU AT – TACI KAP,
HEDEFİNİ TUTTUR HAZZI DUY,
TUTTURAMAZSAN DA DERSİNİ AL-MUTLU KAL.
Yarışlarım hep kendi içimde  oldukça, sonuçları unutulmaz. Başkalarıyla olunca acı verici, içini kemiresici. .Tacımı kendim takıyorum, hazzımı alıyorum,kendime güveniyorum, neler yapabileceğimi görüyorum, yapamadıklarım için savaşıyorum, olmadı kabulleniyorum ve yeni yollar arıyorum.. Belki bazen yavaş yol alıyorum, ama kimse bana dur demesin.

Sevgiyle kalın.

Coşkulu ve riskli olmak mı, standart ve güvende olmak mı?

Hayat hangi şekilde daha güzel?


Risk almaz isek, hayatımız coşkulu olmazmış, daha doğrusu biz insan olmazmışız (İnsanı Tanımak üzerine aldığımız eğitimde hocamız böyle anlattı)....
Ha bu risk, öyle büyük bir risk de olmak zorunda değil. Yani bir kişi dedi diye, gidip bütün paranı dövize,borsaya yatırmak gibi gözü kapalı bilinmezliğe girmek anlamında değil. Küçük, ama sonunda bize yeni tecrübeler açması çok muhtemel olanlardan olabilir. Örneğin birisine "seni seviyorum" demek gibi (dedi hocamız, ben demedim (!) ).


Peki, insanda coşku nedir? Eğer, biz ağlayabiliyorsak yarı insan oluyoruz, bir de gülebiliyorsak işte o zaman tam insan oluyoruz. Yani coşku varsa, insanız (yoksa sanırım Ot oluyoruz)..İnsan olarak yaşamaya devam etmek için, çevremizde de aynısını arıyoruz: Arkadaşlıklarda,ailede,birlikteliklerde..


Bunun bir uzantısı da sanırım gusto, haz...Hazlarımız, bize yaşadığımızı hatırlatan şeyler değil mi? (Bununla ilgili birkaç anımı Şubat arşivine ekleyeceğim).


Peki Güvende olmak?  Tabii güzel. Ama, "Hiçbirşeye dokunmayayım da, binyıl yaşayayım" derken, ne kadar coşkuyla, ne kadar insan olarak yaşamış oluyoruz?



Fulya, Beyoğlu Harikalar Diyarinda...

Beyoğlu gerçekten inanılmaz bir yer.
Yemek yemenin, eğlenmenin, kültürel gezinin, alışverişin her çeşidi burada var. Adeta bir harikalar diyarı.
Benim gibi işyerinizin veya evinizin Beyoğlu'nda veya yakınında olduğunu düşünün bir, tadına doyulmaz. 
Esnaf lokantasinda pilav üstü - kuru mu yemek istersiniz, yoksa lüks bir kafe'de keçi peynirli salata mı?
Akşam, üniversiteli öğrencilerin dibine kadar eğlendiği ucuzundan biralı bir bara gitmeyi mi istersiniz, yoksa Mısır apartmanında tüm boğazı ayaklarınızın altına alarak malt whisky'inizi yudumlamak mı istersiniz?
Hele alışverişşşşş....Terkos'un, Beyoğlu iş merkezinin, Aznavur pasajının,vintage pasajların, aksesuarcıların, yakın zamanda daha da renklenen Atlas pasajının içinde saatleriniz geçer ve siz, kaliteli ve değişik şeyleri ucuza almanın mutluluğu içinde oralardan çıkmak istemezsiniz.
Ya daaa, bunların hiçbirini yapmadan, muhteşem kiliseleri,sanata değer veren kurumların sanat etkinliklerini ziyaret edip, yüzlerce yıllık binaların o eski kokusunu içinize çekip, kendinizi iyi hissedersiniz. İşte bu yüzden Beyoğlu çok özel.
Buralarda bir alışveriş merkezini düşünemiyorum. Bu yaşanmışlığı, bu diyarın atmosferini bozacak bir yapıyı hayal edemiyorum. Gerçekle karşılaşmak zor olsa da, ben Beyoğlu'nu sevmekten vazgeçmeyeceğim sanırım....


Beyoğlundan sonra diğer bir diyar, alışveriş cenneti Eminönü :)